'Genç Karl Marx' bize ne söylüyor?

Bir yıl sonra sevgili Marx’ın 200. doğum yılını kutlayacağız. Bir ay kadar önce gösterime giren Raoul Peck’in yönettiği “Genç Karl Marx” filmi bu önemli yıldönümüne hazırlanmak için ısınmamızı sağladı.

Peck bu filmi; 1970’li yıllarda Berlin Üniversitesinde öğrenciyken, henüz “Duvar” üzerimize yıkılmamış ve insanların beyni postmodernizmle afyonlanmamışken, bir kişinin herhangi bir tartışmaya katılabilmesi için Marx’ın temel fikirleri hakkında bilgi sahibi olması gerektiği bir dönemdeyken çekmeye karar vermiş.

Film gerçekten ayrıntılı bir araştırmaya dayanıyor ve belgesel tadı veriyor, oyuncularının rollerine inanmışlığı ile çok keyifle ve duygulanarak izlenen bir sürece dönüşüyor. Filmle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bu konuda daha önce soL Haber Portalı’nda yazan Tevfik Taş’ın yazısına bakılabilir.

Film, Marx’ın Berlin Üniversitesinde doktorasından sonrası ve 1848 Devrimi patlamadan hemen öncesi arasını tarıyor. Film Marx ve Engels’in yaşamının bir dönemini ele alıyor gözükmekle birlikte aslında işçi sınıfı siyasetinin burjuvaziden bağımsızlaşma sürecini anlatıyor. Marx ve Engels’in yaşamı ile bağımsız bir işçi sınıfı siyasetinin kuramsal ve örgütsel olarak ortaya çıkışının birbirinden ayrılamaz süreçler olduğunu film bir kez daha gösteriyor. Zaten film 1848’de Komünist Manifesto’nun yazılmasıyla sonlanıyor.

İnsanlığın kurtuluşunda işçi sınıfının bağımsız siyasi hattına bağlı kalmak bugün de çok kritik bir konu olmakla birlikte, o günlerde bu hattın bulunmadığını, teorik ve örgütsel olarak yaratıldığını  hatırlamamız gerekiyor. O günleri kavramamızda önemli bir güçlük, burjuvazinin gericileşmeye başlamasına rağmen dönemin burjuva devrimleri çağı olmasıdır. İşçi sınıfı yer yer radikal özellikler de gösteren burjuva ideolojileri tarafından kuşatılmıştır.

Bağımsız bir işçi sınıfı hattını kurmak için Marx ve Engels solda gözüken burjuva ideologlarıyla kıyasıya mücadele etmişlerdir. Filmde bunlardan üçü boy gösteriyor: Proudhon, Weitling ve Bakunin.

Komünist Manifesto’nun yazıldığı yıllardan Birinci Enternasyonal’e kadar işçi sınıfının bir kısmını peşinden sürükleyen Proudhon, devrime inanmıyor, insanlığın kurtuluşunu bir halk bankası tarafından finanse edilen üretici kooperatiflerde arıyordu.

Alman bir terzi olan ve kendi kendini yetiştiren Weitling ise işçi sınıfına inanmıyor, en devrimci kesimi lümpen proletarya içinde arıyordu. Hal böyle olunca işçi sınıfı içinde propaganda ve kurama da gerek yoktu, kent yoksulları her an ayaklanmaya hazırdı. Bugün de Türkiye’de ve dünyada lümpenliğe ve ayaklanmaya hazır kesimler üzerine siyaset inşa etmeye çalışan sol kesimler yok mu?

Bakunin ise Marx ve Engels’in başına en fazla bela olan oldu. İktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesine, işçi sınıfının kendisine ve sosyalist kuruluşa inanmayan Bakunin görünüşte çok radikal, ancak işçi sınıfının bağımsız hattına en çok zarar veren kişiydi. Kuramsal bulaşıklık ve savsaklık örgütsel alana da yansıyor, Birinci Enternasyonal’in merkezi şekilde, bir işçi sınıfı partisi olarak örgütlenmesine karşı çıkıyordu. Çevirdiği entrikaların, Marx’a yaptığı iftira ve hakaretlerin sonu gelmiyordu.

Resim: N. N. Şukov tarafından çizilen desen, Birinci Enternasyonal’in 1872’de De Haag kongresinde Engels konuşurken Marx’ı mutlu bir ifadeyle yoldaşını izlerken gösteriyor.

İşçi sınıfının burjuvaziden bağımsız bir siyasi hatta oturmasının 169. yıldönümündeyiz ve bu hattın korunması, kurulması, büyütülmesi; dünyanın her yerinde, Rusya’da, Brezilya’da, ABD’de, Hindistan’da, Almanya’da ama her yerde büyük önem taşıyor.

169 yıldır, baskılar, komplolar, iftiralar arasında vakur, kararlı ve bilinçli bir şekilde mevzisini koruyanlara selam olsun.