Çöküşü yönetmek

ABD emperyalizminin arka plandaki sözcülerinden veya akıl hocalarından Michael Rubin birçok benzeri gibi mide bulandırıcı bir profil çiziyor. Ancak ne olup bittiğini anlamak için izlemenin yararlı olduğu birisi, çünkü ön cephedeki bir politikacı gibi kıvırtmıyor ve açık sözlü davranıyor.

Geçen günkü yazısında şöyle demiş: “Pentagon ve Beyaz Saray’ın düşünmesi gereken soru, Türkiye ile nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye’nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır.”

Bu bir karar mı, yoksa bir tavsiye mi, göreceğiz.

Rubin; Türkiye’nin soğuk savaş sırasında  komünizme karşı bir kale olduğunu, ancak şimdi Erdoğan’ın İslamcı bir Chavez’e dönüştüğünü yazmış.

İlk kısmında Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında oynadığı uğursuz rolü çok iyi tanımlıyor, ama ikinci kısım yanlış olmasının yanı sıra Chavez’e çok ayıp olmuş!

Bir kere AKP ve Erdoğan’ı bundan 15 sene önce iktidara taşıyan Türkiye sermayesinin yanında ABD ve AB emperyalizmiydi. Türkiye’nin emperyalist sistemle bütünleşmesini önleyen devlet aygıtındaki engelleri temizlemeyi amaçlamışlardı. Sistemdeki dincileşmeyle birlikte bu proje bir rejim değişikliğini ve güçlü bir iktidarı-yöneticiyi öngörüyordu. Dolayısıyla Erdoğan’ı yaratan kendileri oldu.

Türkiye sermayesinin yeni rejimdeki pozisyonu ise emperyalizmin hegemonya krizinde taraflar arasında gidip gelmeye dönüştü. Bir türlü emperyalist tarafların hangisine yatacaklarına karar verememe hali denilebilir.

Türkiye sermayesi bir yandan AB ile olan ekonomik ilişkilere, yatırımlara ve pazar olanaklarına bakıyor, canı orayı çekiyor. Kılıçdaroğlu’nun AB ile ilişkileri bozdular, biz düzelteceğiz demesi, bu tercihi yansıtıyor.

Öte yandan, Suriye’de ABD’nin YPG’yi bir kara gücü olarak kullanmaya kararlı olduğunu görüyorlar ve Akdeniz’e uzanacak bir koridoru ancak Rusya’nın desteği ile önleyebileceklerini düşünüyorlar, gönülleri Rusya’ya akıyor.

Katar ve Türkiye sermaye sınıflarının karşılıklı yatırımları, sermaye egemenliğinde bir bütünleşme yaratıyor, askerle Katar’ı korumaya kadar varıyor iş, ama ABD’nin İran’ı kuşatma projesiyle çelişiyor.

Almanya İncirlik’ten çekilir ve AB üyeliği ile ilgili müzakereler tek taraflı olarak sonlandırılırken, bu defa Türkiye sermayesi Çin’in İpek Yolu Projesinden gelecek kredilere gözünü dikiyor.

Aç gözlü ama kafası çok karışmış Türkiye burjuvazisi kendi tekellerinin pazar, yatırım ve kâr sorunlarından başka bir şeyi tanımayan emperyalist taraflar arasında bocalıyor.

Şu anda Türkiye’de burjuva siyasetinde bundan başka bir şey yok.

Yazıyı burjuva siyasetinin bu taraf tutuşları örtmek için çok kullandığı kavramların onlara göre ne ifade ettiğini kısa bir sözlük çalışması ile vererek bitirelim.

İstikrar: Yüksek oranlı bir emek sömürüsü devam ederken uluslararası sermayenin yatırımları karşılığında elde ettiği kârı düzenli bir şekilde transfer edebilmesi

Demokrasi: Emekçi sınıflar ağır bir şekilde sömürülürken bu düzenin çeşitli ideolojik, siyasi mekanizmalarla sürdürülebilmesi için sermaye sınıfının temsilcilerinin seçilebildiği rejim

Adalet: Yaratılan devasa sınıfsal eşitsizliklerde herkesin yasa önünde teorik olarak eşit olması, ama pratikte eşitsizliği katlayan bir mekanizmaya dönüşmesi

Türkiye bu gerilimi kaldırabilecek kadar büyük bir ülke değil. Ve sonunda “en iyisi çöküşü yönetelim” deniliyor.

Bizse emekçilerin egemen olduğu sömürüsüz bir düzende yeniden tanımlanacak istikrar, demokrasi ve adaleti istiyoruz.