Avrupa’da bir sapkınlık kol geziyor!

Geçen hafta “ABD ile normalleşmek mümkün mü?” yazısını yazdıktan sonra arama motoruna “normalleşme” yazacağım tuttu. İsterseniz bir kez deneyin, “normalleşme” edebiyatının yaygınlığına inanamayacaksınız.

Oysa solun temel niteliği ve motivasyonu, kendi coğrafyasında emperyalizmi yenebileceğine ilişkin inanç ve bilgiden gelir.

Satılmışlar bir kenara, bu inanç bir kez yitirilirse ve emperyalizmin gücü değişmez ve yenilemez bir parametre olarak siyasi denkleme yazılırsa, orada eşi görülmemiş bir sapkınlık başlar.

Bunun bir ucu apolitikleşmede, diğer ucu normalleşmede, bir yönü emperyalizm olgusunu toptan ret etmekte, diğer ucu pragmatizm ve işbirliğindedir.

Bu sapkınlık binlerce kılığa girerek karşınıza çıkar: Bunlardan biri ulus devletlerin sınırlarının değişmesinin çok yararlı sonuçlar doğurduğudur.

Tabi ki sınırlar başta komünistler olmak üzere sol için kutsal değildir, işçi sınıfı iktidarı alacak şiddette bir mücadeleye giriştiğinde sınırlar değişir, idari yapılar değişir, özgürlük ve eşitliğe adanır sınır değişiklikleri. İleri sosyalizmde ise ülkeler arasında sınırların erimesi ve bütünleşme gerçekliği olan bir hülyadır.

Ancak sınırları değiştiren özne emperyalizm ise buradan yarar beklemek gerçekçi olmadığı kadar kuramsal olarak da sapkınlıktır. Bugün ABD hegemonyasındaki emperyalizmin Irak ve Suriye’de, Libya ve Sudan’da sınırları değiştirmesinin veya eritmesinin emekçi sınıflara nasıl bir yarar getirdiğini şu yaşanan kan gölüne bakarak söyleyin. Ortaçağ gericiliğinin araçlaştırılmasını seyrederek iddia edin.

Diğer bir sapkınlık başlığı ise yerelleşmenin özgürlük ve demokrasi getireceği tezi. Oysa solun şunu iyi bilmesi gerekir, küçük olanı emperyalist saldırıdan korumak çok daha zordur. Sadece zora dayalı saldırıyı kast etmiyorum, tüm kaynakların, üretimin ve hizmetlerin uluslararası tekellerin eline geçmesine dayanan tuzağa da işaret ediyorum.

İronik olan şey, ancak sosyalizmin toplumsal mülkiyetinde ve merkezi planlaması içinde yerelleşmenin ve yönetime katılımın mümkün olacağıdır.

Şimdi Irak ve Suriye’de etnik ve mezhep temelinde binlerce bölgeye ayrılmış, birbirinin gırtlağını sıkan coğrafyaya bakın, emperyalizmin nasıl bir yerelleşmeye dayalı demokrasi getirdiğini görün.

Bir diğer sapkınlık ise, Türkiye’de dış dinamiğin önemli değil, iç dinamiğin önemli olduğuna ilişkin çerçevedir.

Yine başta komünistler olmak üzere sol kendi ülkesinin işçi  ve emekçi sınıflarına güvenir, öncülük edildiğinde bir gün ayağa kalkacaklarına ilişkin tarihe dayalı derin bir iyimserlik taşır. Ayrıca ülkede yaşanan krizlere taraflaştırıcı müdahaleler yapabileceğini bilir.

Buna karşılık yaşadığımız çağda ülkelerin sermaye sınıfları emperyalizmle kaderlerini birleştirmişlerdir. Sosyalist devrim ancak kendi ülkesinin sermaye sınıfıyla birlikte emperyalizmi yenerek gerçekleştirilecektir. İç ve dış dinamikler birbirinin içine geçmiştir.

Türkiye’de sadece iç dinamiklerin geçerli olduğunu söylemek, utangaçça emperyalizmin şimdi modasının geçtiğini söyleyen liberal tezleri yeniden ısıtmaktır.

Şu ülkeye bakın, farklı dönemlerde farklı amaçlar ve taktikler de güdülse; çok farklı maşalar da kullanılsa; 24 Ocak kararları ve 12 Eylül faşizmi, Derviş yasaları ile ülkenin tesliminin önünün açılması, AKP’nin yaratılması, Ergenekon, Balyoz ve KCK davaları, Türkiye-Suriye sınırının eritilmesi, Diyarbakır ve Suruç katliamları ABD hegemonyasındaki emperyalist güçlerle Türkiye sermaye sınıfının ortak eseridir.

Sapkınlık, Marksizmin artık geçerliliğini yitirdiğine ve yeni kuramlar gerektiğine ikna etmeye hazırdır artık sizi. Marksizm olmadan kiminle, kimin arkasında ve nereye yürüdüğünüzü bile fark edemezsiniz.

Bugün çoğunun kaybolduğu gibi.