ABD ile pazarlığın sonuçları kendini göstermeye başladı!

Bundan üç hafta önce emperyalist dünyada Türkiye’nin yürüttüğü çok boyutlu pazarlığa değinmiştik. Özellikle ABD ile yoğunlaşan pazarlığın sonuçları daha net gözükmeye başladı.

Bir kere ABD’nin Suriye’den çekilme kararı Türkiye ile en önemli müzakere başlıklarından biri olan Suriye’nin Kürt bölgesi ile ilgili sorunu en azından hafifletti veya başka bir boyuta taşıdı. Buna daha sonra değineceğiz, muhtemelen bu sadece Türkiye ile ilgili değil, ABD’nin daha kapsamlı bir saldırı hazırlığının parçası olarak alınması yerinde olur.

Gülen’in iadesi için ABD’den bir heyet Türkiye’yi ziyaret ediyor, sanki ABD’liler ne olduğunu bilmiyormuş gibi, hükümet de ABD’nin her şeyi bildiğini bilmiyormuş gibi yaparak, sanıkların ifadelerini birlikte dinliyorlar. ABD zaman kazanmaya mı çalışıyor, yoksa Cemaat aracını elden çıkaracak kadar radikal bir adım atacak mı, göreceğiz.

Halk Bankası yöneticisi Hakan Atilla’nın serbest kalması ve davanın düşme olasılığı ise çok güçlendi.

Öte yandan Türkiye’ye Patriot satışı daha fazla somutlandı ve teknik ayrıntılar konuşulmaya başlandı.

ABD için emperyalist kamplar arası rekabette elini bir ölçüde kuvvetlendirmiş olan Türkiye’ye yönelik bu kapsamlı pazarlık başlıklarında önemli adımlar atmasının bir karşılığı olması gerekir. Bunları tahmin ediyoruz ama tam olarak nereye varacağını göremiyoruz.

Buna karşılık pazarlığın bir erken sonucunu hemen yılbaşından önceki haftalar içinde gördük.

Birleşmiş Milletler'de (BM) iki kritik oylama yapıldı. Bunlardan biri Kırım’da Rusya’nın insan haklarını ihlal ettiğine ilişkin Ukrayna’nın verdiği önergeydi. Bu oylamalar pratik sonuçlarından çok emperyalist rekabetin ittifak ilişkilerini ve güç dengesini göstermesi açısından önemli. Karar taslağına 65 ülke “evet”, 27 ülke “ret” oyu verirken 70 ülke çekimser kaldı. Türkiye “evet” oyu verenlerin içinde yer aldı.

Bunu AKP kamuoyuna belki meşru olarak açıklayabilir, Rusya ile iyi ilişkilere rağmen, Kırım’ın ilhakını başından beri kabul etmiyoruz, diyebilir. Ama diğer oylamada Türkiye’nin tavrı hiçbir şekilde bir meşruiyet zeminine oturmuyor.

Biliyorsunuz, 1987’de ABD ve Sovyetler Birliği arasında, Reagan ve Gorbaçov’un imzaladığı nükleer silahların azaltılması için bir anlaşma kabul edilmişti. Bu anlaşmanın Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sürecinin bir parçası olmasına bu yazıda hiç girmeyeceğiz ama sonuçta nükleer başlık taşıyan orta menzilli binlerce füze karşılıklı imha edilmişti.

Kısa bir süre önce ABD bu “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması”ndan tek tarafı olarak çekildiğini ilan etti. Rusya ise BM’ye anlaşmanın devam etmesi yolunda bir önerge verdi ve oylandı. Oylamaya 89 ülke katıldı, bunların 43’ü kabul, 46’sı ret oyu verdi. Çin, İran, Suriye gibi devletler kabul verirken, Türkiye karşı tarafta oy kullandı.

Belli ki ABD nükleer silah kullanmayı da göze alabileceği kapsamlı bir kuşatma/saldırı hazırlığı içinde ve Türkiye bundan zarar görme olasılığı çok yüksek bir ülke olarak ABD yanlısı oy kullanıyor.

Bunun açıklanabilir yanı yok, zaten düzen medyası bu haberi görmezden geldi.

Bu ve muhtemel pazarlık masasındaki diğer başlıklar nedeniyle Çin ve Rusya’nın tavrında değişiklik oldu. Putin, Erdoğan ile görüşme sıklığını azalttı. Ama en çarpıcı yanıt beklenmedik şekilde Çin’den geldi.

Çin uluslararası diplomaside adeta Fenikeli bir tüccar edasıyla davranıyor, çok yumuşak bir tavır sergiliyordu: “Biz ülkelerin iç işlerine karışmayız, dünyayı alışveriş güzelleştirecek, sen de kazanacaksın, ben de kazanacağım.” Çin’in uluslararası ortama seslenen yayın organı Global Times'da bu tavırdan çok uzak sert bir yazı yer aldı. Yazıda Türkiye’ye sınırlı gücü ile ABD, Rusya ve Çin arasında oynadığı oyuna dikkat etmesi, aksi takdirde zararlı çıkacağı hatırlatılıyordu. Türkiye’nin en nihayet bir NATO ülkesi olduğu, dünyada bir kukla gibi gözükmemek için ABD ve Rusya arasında müzakere yürüttüğü ifade ediliyordu.

Yılın ilk günü ise Türkiye’de sıkça takip edilen Rus yayın organı Sputnik bir röportajda doların lira karşısında 2019’da 7,5’a kadar yükselebileceğini manşetten veriyordu.

Muhtemelen emperyalist sistemle bütünleşmenin uçurumun kenarına kadar getirdiği Türkiye’ye ben de seni aşağıya itebilirim, mesajı verilmek isteniyordu.

Bütün yurtseverler Türkiye’nin içine itildiği bu duruma üzülürler ama işçi sınıfı siyaseti üzülmenin yanında kurtuluş için olanaklar görür.