ABD hangi devletleri yanında tutabilecek?

Dünyadaki bütün emekçi halkları tehdit eden bir emperyalist söylem ortalıkta dolaşıyor.

Yeni yayınlanan bir anket, ABD askerlerinin % 46’sının büyük çaplı bir savaşa gireceklerine inandıklarını ortaya koydu, oysa bu oran daha geçen yıl % 5’miş. Askerlerin içine girdikleri psikolojide ABD’li yetkililerin söylemleri rol oynuyor. Örneğin, geçen ay ABD eski kara kuvvetleri komutanı 15 yıl içinde ABD’nin Çin ile savaşa girme olasılığının çok yüksek olduğunu söyledi.

ABD’nin bütün eylemleri bu şüpheyi artırıyor. ABD’nin tek taraflı olarak zamanında Sovyetler Birliği ile imzalanmış, Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan Rusya ve aslında anlaşmaya dâhil olmayan Çin’i suçlayarak çekilmek istemesi bir savaşa hazırlık stratejisi olarak yorumlandı.

Eğer her biri farklı tekellerin çıkarlarını savunan devletlerin söylemine değil de, emekçi sınıfların penceresinden bakarsak şu genele kavuşuyoruz:

ABD emperyalist sistemde patronluğunu sürdürebilmek için, yine sermayenin aç gözlülüğünün ürünü olarak Çin’de biriken devasa sermayeyi değersizleştirmek zorunda, ama iktisadi önlemlerle, ama savaşla.

Bunu yapabilmek için dört devleti kendi tarafında tutabilmesinin veya kendi yanına çekebilmesinin kritik olduğu bu köşede yazılmıştı: Brezilya, Hindistan, Almanya ve Türkiye. 

Brezilya’yı faşist bir liderin ve partinin yönetime gelmesi ile halletmiş gözüküyorlar. Bolsonaro, daha ayağının tozuyla, İsrail elçiliğini Kudüs’e taşıma ve Lula’yı uyduruk bir suçtan tutuklayan savcıyı adalet bakanı yapma kararı alarak kendini gösterdi. Yeni iktidarın emekçi halkın kazanımlarını geri alan bir merkez sağ mı, yoksa solculara karşı tutuklama kampanyası başlatan bir faşist rejim mi oluşturacağını anlamak için çok beklemeyeceğiz.

Hindistan’ın ise bir o yana bir bu yana salınan dış politikası sürüyor, ama son dönemde Rusya’dan S-400 füze sistemi satın alması, hele ABD’nin sinir uçlarına en çok dokunan şekilde, dolarla değil, yerel para birimleriyle bu ticareti gerçekleştirmesi, ABD’yi çok üzmüş olmalı.

Japonya’yı elde var sayarken, Japonya’nın Çin ile ekonomik işbirliği anlaşması imzalaması ve gözünü Yeni İpek Yolu Projesi’nin avantajlarına çevirmesi de muhtemelen çok bekledikleri bir gelişme değildi.

Ama Almanya, uzun bir süredir tahakküm ilişkisinden uzaklaşan Almanya, bir yandan durumu idare eden ama bir yandan ABD’nin her tavrında bir pürüz yaratan Almanya!

ABD Avrupa’yı hızla silahlandırmaya ikna etmeye çalışıyor, ikna olanlara dünyanın silahını taşıyor, ama Almanya ordusuna bir bakıyorsunuz, dünya sanayisinin lider ülkesinin ordusundaki taşıtların üçte biri çalışmaz durumda, donanma desen dökülüyor.

Bu durum Alman tekellerinin barışseverliğinden değil kuşkusuz, ama Rusya ile girişilecek bir savaşta daha önceki yıkım getiren savaşlarda olduğu gibi en ön cephede yer almak istemiyorlar.

Bu koşullarda Ruslar sürekli Almanya’ya bir zarf atıyor, “Bak Avrupa Birliği parçalanıyor, oysa sizde sanayi, bizde enerji, birlikte ve çevremizde tutabildiğimiz ülkelerle muhteşem bir emperyalist blok oluşturabiliriz.” Hiç açıktan söylenmiyor ama kapalı kapıların ardından, böyle bir bloğun sadece ABD’ye karşı değil, Çin’e karşı da bir güvence olacağı fısıldanıyordur.

Siyaset sahnesinden çekileceğini açıklayan Merkel, Putin gibi niteliğini sosyalist bir ülkede yetişmesine borçlu, karşı devrimciliğini bu nitelikle gerçekleştiren bir sağcıydı. Çoğumuz onun Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nden kuantum fiziği üzerine doktoralı olduğunu hatırlamaz.

Şimdi Merkel sonrası, Almanya’nın artık sürdürülemez hale gelen denge politikasında değişiklik olasılığı var, bu politikaların özneleri kendilerini göstermeye başladılar.

Almanya’nın; ABD’nin Rusya kuşatmasına mı katılacağı, var olan durumu sürdürmeye mi çalışacağı, yoksa ittifak sistemlerinde köklü bir değişikliğe mi gideceği artık önümüzdeki Merkel’siz dönem içinde netlik kazanacak.

Türkiye’nin ise geleceğini, emperyalist sistem içinde kaldığı sürece bu gelişmeler belirleyecek ama özellikle Almanya’nın yönelimine dikkat etmek gerekiyor.