“Sol ve Din” tartışmasına bir katkı

Geçen ay Bir Gün gazetesi Internet sitesinde “sol ve din”, “Afyon mu protesto mu? “Marks dine karşı mı?” başlıkları altında ilginç bir tartışma yaşandı.

Tartışmanın bir tarafında, Burhan Sönmez sosyalistlerin, egemenlerden yana olan sağ dinciliği teşhir etmeleri, ama dinin kendisini hedef tahtasına koymamaları gerektiğini savunuyor. “Dinin kendisine değil onun belli bir (sağ) yorumuna karşı mücadelenin”[1] önemini vurguluyordu. Diğer tarafta, Gazi Çağlar, ağırlıklı olarak, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” (1943) başlıklı ünlü metne yaslanıyor ve Marks’ın dine karşı olduğunu gösteriyordu.

Tartışmanın, aydınlatıcı, kışkırtıcı özelliğinden, yazarların önemli noktalara ışık tutmuş olmaları bende de bir şeyler söyleme gereksinimi uyandırdı. Hemen, baştan not etmeliyim ki, benim aklım, ağırlıklı olarak, Marks’ın din karşısındaki konumunu başarıyla sergileyen Çağlar’dan yana.

Ben bu yazımda, özetle, “sol ile din” (“sol” kavramına ilişkin kaygılarımı daha önce vurgulamıştım) arasındaki ilişkiyi düşünürken, iki düzeyi birbirinden ayırmak gerektiğini savunacağım. Bu düzeylerin birinde dinin hedef tahtasına koyulması kaçınılmazdır. Öteki düzeyle, dini, bir söylem (ve “hakikat rejimi” olarak) ihmal ederek, görmezden gelerek davranmak, bir yere kadar olanaklıdır. Birinci düzey, felsefe pratiğine ikinci düzey ise özgürleştirici siyaset pratiğine, Praksis alanına ilişkindir.

Bütün eleştirilerin ön koşulu ve bir semptom olarak din
Marx “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” başlıklı denemesinde, biri hemen giriş paragrafında olmak üzere çok önemli üç önerme koyuyor karşımıza. Birinci önerme, “dinin eleştirisinin tüm eleştirinin ön koşulu olduğunu” söylüyor. İkinci önerme, dinin yanıltıcı bir mutluluk, maddi koşullardan kaynaklanan bir yanılsama olduğunun vurgulandığı paragrafta, dini, bir maddi koşulun kendini düşünsel-simgesel alanda dışa vurması, bir semptom olarak tanımlıyor. Marks burada, insandan bu yanılsamayı gerektiren koşulların bilgisine ulaşmadan, bu yanılsamayı (semptomu) terk etmesini istemenin yanlış olacağını vurguluyor. Psikanalizin diliyle söyleyecek olursak, insandan semptomunu terk etmesini istemek, yerine başka bir şey konulamıyorsa, bir kimlik krizini çağırmakla eş anlamlıdır. Bu ise, hem ahlaken yanlış, hem de son derecede büyük bir dirençle karşılaşacağı için (kimse kimliğini parçalamayı kabul edemez) siyasi açından boş bir çaba olacaktır.

Üçüncü önerme bize “felsefenin proletaryada maddi silahını bulduğunu, proletaryanın da felsefede tinsel silahını bulduğunu” söylüyor.

Bu üç önermeden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz. Dinin eleştirisi, diğer eleştirilerin gerçekleşebilmesinin olmazsa olmaz ön koşuldur. Eğer proletarya felsefede tinsel silahını bulacaksa, felsefenin, dini eleştirisinin hedefine koyması kaçınılmazdır. Yoksa, proletaryanın tinsel silahı, yeterli “kinetik enerjiyi” yaratamayacak, hatta belki de elinde patlayacaktır.

Proletaryanın tinsel silahı kavramıyla, aslında, kendi durumunu anlamasına yardımcı olacak düşünce sistemlerini, bunları ifade edebilecek bir dili ve kavramlar hazinesini, kendisi için sınıf olmasına olanak verecek etik sitemi ve sadakatleri konuşuyoruz. Bu düzeyde, eleştiri tavizsiz ve nihai olmak zorundadır. Ancak, özellikle Müslüman toplulukların, dine ve kitaba yönelik herhangi bir din dışı okumayı şiddetle ret etme eğiliminde oldukları da bir gerçektir. Bu bağlamda, bir muhalefet potansiyeli olarak kendini siyasi alanda göstermeye başlayan dini hareketlerle birlikte davranma çabaları potansiyel olarak, tüm eleştirilerin ön koşulundan vazgeçmeyi, proletaryanın tinsel silahında taviz vermeyi beraberinde getirme riskini de taşıyacaktır.

Diğer taraftan, kapitalizmin eleştirisi, kapitalizm öncesi dönemlerin dil kodlarından kurtarılarak, bizzat kapitalizmin çelişkilerinin ve dinamiklerinin yarattığı kodlar (kavramlar, simgeler) içinde, bunların bir “içkin eleştirisi” (bu simgeleri kodları üreten çelişkiler, koşular bağlamında) üzerinden gerçekleştirilebildiği ölçüde proletarya kurtuluşu için gerekli tinsel silaha kavuşacaktır.

Semptom ve praxis
Bir semptom olarak din ise, “şimdi ve burada” karşımıza çıktığında, öncelikle pratik sonuçları itibariyle çıkar. Bu da bize Praksis (özgürlük mücadelesi pratiği) alanında birçok olanak sunar. Burada, dinle karşılaşmak ve eleştirmek, onunla felsefi bir düzlemde ilişkiye girmeden, kimseyi kimlik krizine itmeye kalkmadan, dillendirilen önermelerin günlük yaşamdaki sonuçları, sermayenin kodları karşısındaki durumları, yaşama geçirildikleri (maddileştikleri) takdirde yapacakları etkiler bağlamında, dini kökleri görmezden gelinerek gerçekleştirilebilir. Ancak bunun başarısı bizim, felsefi düzeydeki eleştirimizi tamamlamış olmamıza bağlıdır. O zaman dinin sunduğu kavramları, dili ve önermeleri, kullanamamaya dikkat ederek (bu bence özellikle çok önemlidir), dindar insanlarla sosyal pratiğin eleştirisi bağlamında konuşabilir ve birlikte davranabiliriz.

Ama, kendimizi hiç aldatmayalım. Dindar insanlar çok büyük bir hızla ve hiç beklemediğimiz bir anda bizi birinci düzeye çekecek soru, eleştiri ve önermelere karşımıza geleceklerdir. O zaman, andaki, konjonktürel birliktelikleri korumak uğruna uzlaşmaya, durumu idare etmeye çalışanlar, aynı hızla dini söylemler ve hareketlerce özümsenecekler, Mısır ve İran deneylerinin gösterdiği gibi, bağımsız siyasi özne olmaktan çıkacaklardır.

Diğer taraftan Praksis alanı bize, dini hedef tahtasına koymadan, salt sonuçları üzerinden tartışmaya olanak verecek sonsuz sayıda örnek sunacaktır. Bu son bölümde, yazımı, Praksis alanına ait çarpıcı bir örnek üzerinden bitireceğim.

Ali Bulaç’ın 29 Kasım tarihli yazısı dini kavramlara ve söylemlere bağlı kalarak günün sorunlarını tartışmaya başlayan bir Müslüman entelektüelin çırpınışlarını, sergilemesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Yazı modernite, teknoloji, uygarlık, üzerine adeta birer “hazine” niteliğinde, ilginç saptamalarla dolu. Ben burada yazının Praksis alanına ilişki en önemli yanıyla, daha birici paragrafta kendini açığa vuran derin kadın düşmanlığı ve yazı ilerledikçe belirginleşen bir kadın korkusu üzerinde durmakla yetineceğim.

Birici paragraf şöyle: “Kadın-erkek ilişkisinin doğası, erkeğin kavvam vasfının korunmasına ve aile düzeninde ma'ruf ve meşru çerçevede kadının erkeğe itaat etmesine dayanır. Çünkü erkek ve kadın arasındaki ontolojik bağ eşitliği değil, yaratılıştaki çeşitliliği ve bunun zorunlu sonucu olan farklılığı öngörür.

Bu paragraf, kadını önce bakılması, korunması (“Kavvam” sözcüğünün daha ağır anlamları da var ama ben bunlarla yetiniyorum) gereken, bu korunma karşılığında koruyana itaat etmesi gereken bir varlık olarak tanımlayarak, karşımıza tam anlamıyla bir köle efendi ilişkisi koyuyor. Bu durumun, ilkel bir natüralizmle doğal koşullara bağlanmasıysa, aklımıza ister istemez dinin her türlü baskı ve eşitsizliği ebedileştirme eğilimine ilişkin uyarıları getiriyor. Tabi doğa düşüncesi burada, kendiliğinden var olan bir şeye değil, yaratılan bir şey göndermeyle bizi hemen tanrının düzeniyle karşı karşıya bırakıyor. Böylece, kadın erkek eşitliğini savunanlar, doğrudan tanrının düzenine karşı çıkmış oluyorlar. Bu önermenin Praksis alanındaki sonuçlarını düşünmeye başlamak bizi Taliban’a kadar götürebiliyor. Yazarın “farklı” olanlar arasında eşitlik olamayacağı sonucuna ulaşan saptamalarıysa, eğer bir kafa karışıklığının ürünü değilse, biyolojik farkları, “yasaya” temel alan, gerçekten çok korkutucu bir anlayış.

Teknoloji, doğa, modernite filan derken adeta kötü bir Heidegger parodisine dönüşmeye başlayan yazı, bu derme çatma köprüden, dörtnala bir feminizm eleştirisine geçiyor:

Modern teknolojik ve ekonomik güç biçimleri, modernite ile ortaya çıkan 'erkek merkezli' bir kültürden 'kadın merkezli' bir kültüre doğru gidiş başlamış bulunmaktadır. Modernlik öncesinde hak ve hukuk ihlallerine rağmen dinler ve kadim gelenekler 'insan merkezli'ydi, bugün kadın merkezli hakim bir söylem ve kültüre doğru giderken, bu insan merkezliliği kaybetmekteyiz.

Bir an boş bulunup, ataerkilliğin tarihini unutarak, erkek merkezli kültür modernitenin ürünüdür, “dolmasını” yutsak, “insan merkezli” kavramının burada fallusu örten bir incir yaprağı olduğunu görmezden gelsek bile, şimdi kadın merkezli bir kültüre gidiyor olmanın ne mahsuru var diye soramaz mıyız? Ne de olsa, insan türünün devamında en ağır ve biyolojik olarak en riskli işi üstlenen cins değil mi kadın? Türün, toplumsal, kültürel yaşamının, türün üretiminin yükünü taşıyan cinsin gereksinimleri etrafında kurulabileceğini düşünmek çok mu akıl dışı bir yaklaşımdır?

Bulaç’ın bu kaygıları, artık kendine bakabilen, toplumun ekonomik, siyasi sinir merkezlerine ulaşmaya başlayan, teknolojinin, dövüş sporları tekniklerinin de yardımıyla erkek kadar güçlü olabilen ve şiddet uygulama kapasitesi geliştirebilen bir kadının yükselmesi karşısında, şiddeti gittikçe artarak adeta, histeri krizlerine yol açmaya başlayan bir “kavvam vasfını kaybetme” korkusunda kaynaklanmıyor mu?

Bulaç’ın “kavvam vasfını” koruma iddiasını, moderniteye saldırarak, dine dayanarak meşrulaştırmaya çalışırken, sıra “pozitif ayrımcılığa” karşı çıkmaya, erkeğin ayrıcalıklarını iş yerinde de korumaya gelince tam bir modernist “araççı” (enstrümantalist) mantıktan medet ummaya başladığını görüyoruz. Bulaç, pozitif ayrımcılık her alanda “kalite düşüşüne sebep olacak” derken de kadın haklarındaki bir iyileşme olasılığıyla, kalite düşüşünü birbirine bağlayıveriyor hızını alamıyor pozitif ayrımcılığın siyasi sistemi giderek “feminist otokrasiye” sürükleyeceğini iddia ediyor. Histeri krizi derken tam da bunu kast ediyordum işte.

Bu örnekte olduğu gibi daha birçok durumda, dini düşüncelerden kaynaklanan toplumsal önerilerle, eleştirinin hedef tahtasına dini koymaya gerek kalmadan, salt bu yaklaşımların iç çelişkilerinden, aslında savundukları siyasi çıkarlardan ve düpedüz yanlışlıklarından hareketle mücadele edebiliriz.

[1]Yazar tabii ki bundan çok fazlasını söylüyor, belki de daha ayrıntılı bir diyalogu gerektiriyor. Ama ben, bu yazıya ilişkin projem açısından bunlar en önemli bulduğum savlarla, kendimi sınırlamayı tercih ediyorum.