Sistemin solu boşaldı...

Wall Street Journal, New York Times gibi yayınlarda, ABD, Avrupa ve İngiltere’de mali krizin, “Büyük Durgunluğun”, seçmende sol partilere doğru kitlesel bir kayışa yol açmamış olmasının nedenleri, “sol neden krizden yararlanamıyor?” sorusuyla birlikte tartışılıyor.

Bu ilgi sanırım şöyle bir kaygıdan kaynaklanıyor: Kapitalizmin, 1970’lerde başlayan yapısal krizi derinleşmeye devam ederken, yeni bir boyut daha şekilleniyor. Kapitalist sistem, kendi muhalefetini, düzen içinden üretme (dolayısıyla denetim altında tutma) kapasitesini yitirmiş görünüyor. Öyleyse muhalefet hareketlerinin düzen dışına taşma potansiyeli giderek artacak demektir.

Komünistler açısından, böyle bir durumun oluşmaya başladığını görmek ve uygun politikaları üretmek önümüzdeki dönemde can alıcı bir öneme sahip olacak. Çünkü sistemin solu boşaldı ama, sağ popülist, milliyetçi, ırkçı, kökten dinci bir kanadı var. Bu kanadın toplumsal muhalefeti, düzenin dışına çıkmak ( Nazileri ve Siyasal İslam’ın partilerini düşününüz) vaadiyle kendine çekerek, “olağan üstü” otoriter rejimler yoluyla sermayenin çıkarlarına tabi kılmak açısından işlevi giderek artıyor.

“sol” un siyaset alanı kayboldu
Daha fazla ilerlemeden, daha önceki bir yazımda vurguladığım, kimi arkadaşların da yadırgadığı “sol” ve “komünist” ayrımını, o yazının sonuç paragraflarını aktararak kısaca anımsatmak istiyorum.

… sol, ezenlere ezilenler arasındaki dengeyi ezilenlerden yana kurmaktan, iyileştirmekten yana olmakla ilgilidir. Komünizm bu dengeyi oluşturan ilişkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Sol devleti iyileştirmeyi arzular, komünizm devletin olmadığı bir yere ulaşmayı…
Son tahlilde, diğer bir değişle yapının devamının sorgulanmaya başlandığı noktada, sol, toplumsal muhalefeti, protestoyu ve isyanı, örgütler, pasifize eder, yapının içinde kalmasını sağlar. Komünizm, her aşamada, ilk ve son tahlilde bu muhalefetin güçlenmesi, önünü açılması, hızlanması, yapının sınırlarından taşması için çalışacaktır.

Bu anlamda “sol”un, siyasi (devleti yönetmeye aday) bir hareket olarak var olabilmesi için, emekle sermaye arasında bir uzlaşma alanının var olması, emeğin refah düzeyinin yükselmesi ve sosyal haklarının genişlemesi, sermayenin gereksinimleriyle uyumlu sınırlar içinde tutulmak koşuluyla, finansal (sosyal ücret) kurumsal (iyi devlet) açıdan kabul edilebilir (maliyetine katlanılabilir) olması gerekiyor. 1970’lerda başlayan yapısal kriz, bu uzlaşma alanını giderek daralttı. Yalnızca bu uzlaşma alanı üzerene yaşayabileceğini bilen sol partiler bir süre bu alanın daralmasına direndiler, sonra hızla yeni sınırları benimseyerek politikalarını ona göre değiştirdiler “değişime uyum” adına, yumuşatılmış muhafazakar partilere dönüştüler Bu sırada sermayenin, aşırı üretim krizini düzenleyebilmek için devreye sokmaya başladığı mali genişleme ve küreselleşme sürecinin (yeni düzenleme sisteminin), tüketimi körükleyici ve ideolojik ekranları teknolojik gelişmelerin de yardımıyla yeniden düzenleyici etkileri solda bir canlanma yaşanmasına (sosyal demokrasi, sosyalist partiler, III. Yol) bir süre için olanak sağladı. Doğu Bloğu’nun çökmesinin ve bu çöküşe ilişkin ileri sürülen açıklamaların yetersizliğinin getirdiği, seçeneksizlik duygusunun yarattığı moral bozukluğu, kapitalizmin solunun söyleminin verimliliğini daha da arttırdı. Neo-liberalizmin aşırılıkları törpülenir, krizin etkileri yumuşar gibi olmaya başladı.

Ancak üç yıl önce kriz yönetme modelinin çöktüğünü muştulayan mali kriz ve onu izleyen “Büyük Durgunluk”, “sol”un sermaye ile uzlaşarak siyaset yapabileceği alanı tümüyle ortadan kaldırdı. Bu nedenle kriz başladıktan sonra sosyal demokrat partilerin, politika üretme kapasitelerini tümden kaybettiklerini, sol parti iddialarını koruyarak, sağa kaymaya devam edebilecekleri bir yerin kalmamış olmasının sıkıntısını yaşamaya başladıklarını görüyoruz.

Geçtiğimiz aylarda canlanan “solun durumu ne olacak?” tartışmaları bu daha da sağa kayarak sol olduğunu iddia etmeye olanak verecek politikaları (sloganları) arayış çabalarının bir ürünü olarak gündeme geliyor?

Sol neden gerilemiş?
Wall Street Journal’ın aktardığına göre, İtalyan dilbilimcisi ve felsefeci Raffaele Simone’nin “Tatlı canavar: Neden batı sola kaymıyor” başlıklı çalışması, önce İtalya’ da, sonrada Fransa’da büyük ilgi çekmiş. Wall Street Journal’ın bu kitabı, okuyucularına uzun bir tanıtma yazısıyla sunduğuna bakılırsa, ABD’de de ilgi çekmesi için gerekenler yapılıyor.

Simone’ye göre solun gerilemesinin arksındaki nedenler şöyle: Sol komünizmle ilişkisinin yeterince kesin bir biçime kesememiş, günümüzün dünyasının, tüketime yönelik, bireyci, küreselleşmeci özelliklerine medyanın düzenine uyum sağlayamamış. Hala kapitalizmi, Amerika’yı eleştirmeye devam ediyor, devlet müdahalesinden planlamadan yana görünüyor, Castro ve Chavez gibi diktatörlerle tehlikeli ilişkileri sürdürüyormuş. Buna karşılık, göçmenler/yabancılar sorunuyla yeterince ilgilenmiyor, ifade özgürlüğüne, cinsel eşitliğe ve sekülarizme karşı çıkan rejimlere, hareketlere (Siyasal İslam) sempatiyle bakabiliyormuş.

Prof Simone göre günümüzün Batı toplumları yeni sağın, tüketimi, kar dürtüsünü ve hazları destekleyen özelliklerine daha uyuyormuş. Büyük medyanın, ekranların (bilgisayardan IPod’a kadar) yaşamın her alanına girmiş olması da bu durumu güçlendiriyormuş.

Şimdi bunları okurken aklıma Bernard Shaw’ın, Pygmalion piyesinin, sinemaya uyarlayan My Fair Lady filmindeki bir sahne geldi. Filmde, doğru dürüst İngilizce konuşmayı ve egemen sınıfların kültürüne uyum sağlamayı öğrettiği çiçekçi kız (işçi sınıfından bir kadın), Eliza Doolittle ile romantik ilişkiler başlattıktan sonra, aralarında çıkan bir tartışmanın arkasından, Prof Higgins, arkadaşı albay Pickering’e yakınmaya başlar: “Kadınlar neden böyle… Kadınlar neden erkek gibi değil. Kadın neden senin gibi değil…” (yani erkek erkeğe konuşulabilecek, mantıklı-erkeğin mantığı tabii ki- bir biçimde pazarlık yapılabilecek biri değil). Prof Simone da, bu saptamalarıyla adeta “neden sol, sağ gibi değil? Neden tümüyle sermayenin mantığını kabul etmiyor?” diyor. Sol’un sermayenin mantığını tümüyle kabul edip, sermayeyi ilgilendirmeyen alanlardaki özgürlük sorunlarıyla uğraşmasını istiyor.

Simone’nin farkında olmadığı ve aslında “sol”un trajedisini oluşturan şey ise şu: Sol sermaye ile arasına asgari bir mesafe koyamaz, emekçi halktan yana olduğuna ilişkin bir imajı, onların yaşamında bir iyileştirme yaratacak önlemleri geliştiremezse, siyasi bir varlık olarak kalmaya devam edemez. Bu yüzden solun sorunu, sermayenin programını yeterince benimsememiş olmak değil, onun karşısında göreli bağımsızlığını, onunla arasındaki eleştirel mesafeyi, toplumsal muhalefet için çekim merkezi olmasına olanak sağlayacak, biçimde, her konjonktürde yeniden üretebilecek bir söylemi koruyamamış olmasından kaynaklanıyor.

Boşluk ve Birlik sorunu
Ancak ekonomik krizin giderek derinleştiği, uluslararası emperyalist rekabetin yeniden yoğunlaşmaya başladığı bir ortamda sol bunları yapabilir mi? Yazının başında da işaret ettiğim gibi yapamaz. Bunları yapmaya ilişkin politikaları geliştirmeye başladığı anda, sermayenin tepkisini çekmeye ve yönetemez hale getirilmeye başlar. Bu saptamayı şöyle de koyabiliriz: Sosyal Demokrasi’nin, CHP gibi partilerin, hem sermayenin taleplerine cevap verip hem de toplumsal muhalefeti kendi yörüngelerine çekme olanakları kalmadı. Eğer gösteri toplumunun “kırık aynasında” geniş kitleleri yanıltan bir görüntüyle bu işi başarabilirlerse sonucun çok daha vahim olacağını, yeni bir düş kırıklığının, sağa doğru daha büyük bir savrulmayı gündeme getireceğini, kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu hafta yapılan ABD ara seçimlerinin sonuçları da bu saptamamızı destekliyor.

Ancak bu tip partiler, zayıflamış olsalar bile işçi sınıfının, bu sınıfın en eğitimli, yeni teknoloji ve iletişim modellerine uyumlu kesimlerinin, eğitimli orta sınıfların desteğini almaya devam ediyorlar. Bu partiler zayıflarken bu kesimler yeni siyasi arayışlara yöneliyorlar. Bu nedenlerle, sol partilerin zayıflarken boşalttıkları yerde, toplumsal muhalefet bir arayış içine girerken, “şimdi kim bu kesimlerin karşısına çıkarak onlarla konuşmaya başlayacak?” sorusu büyük bir önem kazanıyor.

Bu bağlamda, Referandum sürecinde, sosyalist partiler arasında fiilen gerçekleşen iş birliğini genişleterek bu yeni arayışlara yönelen kesimlerle, birleşik ve güçlü bir sesle konuşabilecek bir kurumlaşma düzeyin ulaştırmak yukarıda değindiğim boşluğun doldurulması açısından çok önemli diye düşünüyorum.

Bu birlikte davranma olasılığı kapsamına giren parti ve akımlara bakınca, Türkiye sosyalist hareketinin ana akımlarını, birinden farklı ama birbirine paralel ve aynı tarihi yaşayarak gelişmiş gelenekleri görüyoruz. Bu birbirinden farklı geleneklerin, kültür, söylem, çalışma tarzı ve hatta sosyalizm (kapitalizmden sonraki durum) anlayışları arasında ihmal edilemez farklar olduğu da bir gerçek. Ama hepsinin aynı kümeye ait olduklarını söyleyebiliriz. Bu kümeyi ortak bir amaç, hatta sadakat belirliyor diye düşünüyorum. Bu “Sermaye ilişkisine, baskıya, sömürüye dayanmayan, sınıflara bölünmemiş, halkın üzerinde ona yabancı bir baskı aracı olan bir devletin altında yaşamak zorunda olmadığımız bir toplum kurulabilir” inancına olan sadakattir. Birliğin zemini her şeyden önce burada yatıyor. Aynı kümeyi oluşturanların (alt kümelerin), bu durumu, toplamlarından daha büyük bir etki yaratabilecek biçimde tanımlamaları gerekiyor.

Kapitalist sınıfın partileri, aralarındaki gelenek, program anlayış farklarına, hatta ait oldukları sermaye fraksiyonlarının çıkarları arasındaki çelişkilere karşın, ait oldukları sermaye yapısını korumak için, koşullar ne olursa olsun bir araya gelmenin bir yolunu bulabiliyorlar. Bunların, esas olarak emeğe karşı birleşme zemininde, türlü koalisyonlar, siyasi rejimler üzerinde anlaşabildiklerini, “siyasette küskünlük olmaz”, “dün dündür” diyebildiklerini, her seferinde kabak başımıza patladığı için biliyoruz. Sermaye sınıfının çeşitli partileri, çok partili yapılarını bozmadan tek bir küme olarak davranmalarına olanak sağlayacak siyasi yapıları, “volan kayışlarını”, platformları, hatta rejimleri oluşturabiliyorlar.
Sosyalistlerin de çok partili yapılarını sorun etmeden, bölünmüşlük, söyleminin etkisinde kalmadan, birleşmeyi düşünerek durumu olduğundan daha karmaşık hale getirmeden, hatta “zamanın ruhunu” göz önüne alarak çoğulculuğun bir gereği olarak, çoklu yapılar biçiminde birlikte davranmanın yolunu bulmaları gerekiyor. Bu yapıların neler olacağını nasıl biçimler alacağını, itiraf etmek gerekirse bilmiyoruz. “Cephe” kavramı işe başlamak için belki anlamlı. Ama yeterli olmadığı, kimseyi pek heyecanlandırmadığı da kesin. Ancak işe bildiğimizle başlamak da en doğrusu. Bu noktadan ilerleyebilmek için ise, “bildiğimizin” tutsağı olmadan konuşmaya, yeni araçları üretmeye hazır olmamız gerekiyor.