Özgürlükler ve yumurtalar

Öğrencilerin bazı şahısları yumurta atarak konuşturmamaya, bazı mekanları bunlara kapamaya yönelik eylemleri devam ediyor. Bu sırada birileri, bireylerin “ifade özgürlüğünün” kısıtlandığından yakınarak bu eylemleri mahkum etmeye çalışıyorlar. Bu eylemlere ilişkin “faşizan”, kavramını kullananlar dahi oldu.

Ben “yumurta eylemlerinin” meşruiyetini veya erdemini sorgulamayacağım. Bu eylemi yapanlar yalnızca kendi söylemlerine ve amaçlarına karşı sorumludurlar. Bunun hesabını, kendilerine ve tabi ilgilendikleri kitlenin önünde, verebilirlerse, “meşruiyet” sorunu ortadan kalkar. Bu eylemlerin, amaçlarına ve bu amaçların önlerine getirdiği hedeflere uygun olduğu müddetçe erdemli olduklarından da söz edebiliriz. Ama önce onların bu hesabı verebilecek, bizim de söz edebilecek durumda olmamız gerekiyor.

“Bu son cümle nereden çıktı?” derseniz, şu soruya cevap aramak gerektiğini söyleyerek cevap vermek isterim: “Bu toplumda kim hesap verme (eylemini açıklama), kim bu eylemin erdeminden söz etme olanaklarına, adalete ilişkin sorunları konuşma hakkına sahiptir?” Ben yumurta eylemlerinin değerlendirmesini yapmak yerine, esas olarak bu olanaklar ve haklar üzerinde düşünmek istiyorum.

Bir fantezi olarak bireylerin ifade özgürlüğü
Şöyle bir ilkeye uymamız isteniyor bizden. Her birey kendini ifade etme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu onun en temel insan hakkıdır ve demokrasinin gereği bu hak engellenemez. Eğer bu ilkeyi benimsersek, demokrasiye değer veren insanlar olarak, kendi değerlerimize sadık kalabilmek için (erdemli olmaya devam edebilmek için) bu yumurta atma eylemini, ifade özgürlüğünü sınırlayan bir eylem olarak, en azından sakıncalı bulmamız hatta mahkum etmemiz gerekiyor.

Halbuki, toplumsal olaylara, geçtiğimiz 30 yıl boyunca kafamıza kakılan “bireylerin özgürlükleri” paradigması içinde yaklaşırsak, bu özgürlükleri genişletebilecek bir çözüme ulaşamıyoruz. Bu yaklaşım, toplumsal ilişkilerin “sırrını” açıklığa kavuşturarak, özgürlükleri genişletmeye hizmet etmenin aksine, konuşulabilecek şeylerin alanının, toplumsal ilişkilerin baskıcı ve sömürücü özelliklerini koruyacak bir biçim sınırlandığını görmemizi engelleyen bir fantezi ile gözlerimizi boyuyor.

Sorunu, “Demokrasi, evet ama kimin için?”, Özgürlük ama ne yapmak için? İfade özgürlüğü ama ne söylemek için?” sorularıyla yaklaşarak, en kestirme yoldan hemen sorun olmaktan çıkarabiliriz. Ancak bazen üşenmeyip biraz daha uzun bir yoldan gitmek daha yararlı olabiliyor.

Gelin yolu iyice uzatalım, siyasetin (adalet, demokrasi, devlet) ilk konuşulduğu yere, antik çağ Yunan Site’sine Platon ve Aristotales’in düşüncelerine (Marks’tan öğrendiklerimizin ışığında okuyarak) gidelim. Siyaseti konuşurken hala bu iki düşünürün izlerini taşıyan bir dil kullandığımız için, bu ikisinden çok yararlanabileceğimizi düşünüyorum. Çok kabaca bu iki düşünürün projelerini şöyle karşılaştırabiliriz sanırım. Platon, en ideal (erdemli ve adaletli) Site nasıl kurulur sorusuna, böyle bir Site’yi, teori/dil alanında tasarlayarak cevap vermeye çalışıyor. Platon karşımıza, var olanı, bütünsel olarak düşünerek, akla uygun (rasyonel) bir biçimde yeniden kurmaya ilişkin bir proje ile geliyor. Aristotales ise, var olanın işleyişinin yasalarını/kurallarını saptamaya çalışıyor. Platon, Devlet (cumhuriyet) gibi bütünü göz önüne alan bir şeyler yazarken, Aristotales, Etik, Peotika, Retorik, Politik, biyoloji, fizik vb konuları, çoğu zaman fargmanlar halinde ve özgün alanlar olarak değerlendiriyor.

Sanırım bu iki düşünürden bugüne hangi iki geleneğin miras kaldığını hemen fark ettiniz. Komünizm ve toplu mühendisliği Platon’cu bir geleneğe aitken, liberal demokrasi, “bireysel özgürlükler” söylemi, Büyük İskender’in hocası, Ortaçağ Hıristiyanlığının, büyük harfle Filozof, olarak niteleyerek beslendiği Aristotales’ten gelen geleneğe ait. Diğer bir deyişle, var olanı yeniden yapmak isteyenler hemen her zaman Plantoncu bir geleneği izliyorlar. Var olanı yönetmeyi amaçlayanlar da Aristotales’i.

Bu kısa sunuştan sonra, bu iki düşünürden birbirini tamamlayan iki saptamayı alarak devam edeceğim.

Platon ideal Site’sinde iç uyumun, dolayısıyla Site’nin adaletinin sağlanabilmesi, herkesin kendi işini yapmasına, bu işten başka bir iş yapmamasına bağlı. Üreticiler, üretimden başka işlerle uğraşmayacaklar, çünkü, bunu en iyi bir biçimde yaparlarsa, başka bir şey yapmaya zamanları kalmayacaktır! Site’nin yönetimiyse “koruyuculara” (asker ve filozof) ait bir iştir, Bunların da üretimle, ticaretle uğraşmaya zamanı olamaz. Burada sitenin yönetiminin, üretenlerle, bunların ürünlerinden geçinenlerin arasında kurulan belli bir zaman paylaşımına karşılık geldiğini görüyoruz: Site’nin yönetimi, istikrarı, toplumsal zamanın, Siteyi oluşturan sınıfların arasında belli bir paylaşımına ve bu paylaşımın korunmasına bağımlı oluyor.

Üretimde çalıştıkları için, başka bir şey yapmaya zamanı olmayanların, başka bir şey yapmak için ek/yeni zaman talep etmeleri, egemenlik sistemini, sınıf ilişkilerini sorguluyor Site’nin istikrarı bozuyor. Diğer bir deyişle siyasi etkinliğin de konusunu oluşturuyor.

Aristotales için, insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik, insanların konuşabildikleri için adalet konusundaki sıkıntılarından söz açabilme yetenekleridir. Diğer bir deyişle hayvanlar, sitenin yaşamı açısından anlam ifade etmeyen sesler çıkarıyorlar. İnsanlar anlamlı sesler çıkarabildikleri için sitenin varlığının, iç uyumunun sağlanabilmesi açısından yaşamsal öneme sahip bir konu olan adaletin sorunlarını konuşabiliyorlar.

Aristotales’in bu saptamasını, Platon’un zaman paylaşımıyla birleştirmeden önce, Site’nin bir özelliğini göz önüne almamız gerekiyor: Bu Site’de, insan olmakla birlikte adaletle ilgili sorunları konuşmaya hakkı olmayan en azından bir tabaka var: “Ses çıkarabilen aletler olarakköleler. En azından diyorum çünkü kadınlar ve çocuklar, vasıfsız işçiler ve yabancılar da çoğu zaman sözleri, “çıkardıkları sesler”, adalet bağlamında bir anlam ifade etmeyen insanlar olarak görülüyorlar.

Aristotales’in bu saptaması da bize siyasetin, “Kimin çıkardığı seslerin anlamı olacak, kimin çıkardığı sesler anlamsız sayılacak?” sorusuyla yakından ilgili olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle, siyaset, konuşabildiği halde çıkardığı seslerin anlam kazanmasına izin verilmeyenlerle, sesleri her zaman anlam kazananlar, dolayısıyla adalet konularını konuşabilenler arasında yaşanıyor.

Şimdi Platon ile Aristotales’i bir araya koyarsak, siyaseti, yaptıkları işten başka işler yapmak isteyenlerin, kendilerine dayatılan iş bölümüne itiraz edenlerin, bu konuyu adalet sorunu içinde konuşabilmek için, seslerine, verili anlamlar alanının sınırlarını aşarak, yeni anlamlar kazandırma çabası olarak tanımlayabiliriz. Bu çaba ister istemez, üreticinin, yapılan işin yapıldığı yerden başka bir mekana erişme talebini de beraberinde getireceğinden, toplumdaki geçerli mekan paylaşımının sınırlarını da sorgulayacaktır.

Bu bağlamda Jacques Ranciere, (La partage du sensible: Esthetique et politique -Duyumsal olanın bölüşülmesi/paylaşılması: Estetik ve siyaset, 2000) siyasi mücadelenin konusunu, hedefini “toplumun içinde zamanın, mekanların, konuşulabilecek şeylerin/anlamlar alanının paylaşımının ve yeniden paylaşımının oluşturduğuna işaret ediyor.

Toplumsal yapının ekonomik ve siyasi güç (iktidar) ilişkileri, kimlerin, neleri konuşabileceğine, nelerin konuşulabileceğine, nelerin duyumsanabileceğine ve sanat, siyaset kategorilerine alınarak anlamlandırılabileceğine karar vermeye olanak sağlayan estetik (ve “hakikat”) rejimlerine dayanarak ayakta kalabiliyor.

Konuşabilme kavgası
Bu saptamaların ışığında yaklaştığımızda, bireylerin ifade özgürlüğü kavramının bir fantezi olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi etkinlik/yaşam/mücadele her zaman bu ifade özgürlüğünün (konuşabilmenin) sınırlarının genişlemesi ve daralmasıyla ilgili bir etkinliktir. Seslerinin anlam kazanması engellenenler, yaptıkları işlerden başka işleri yapabilmek için yeni mekanlar ve zamanlar talep edenler, bu taleplerini dile getirir getirmez, o ana kadar yalnızca kendi seslerinin anlam ifade etmesine, kendi anlam sistemlerinin (söylemlerinin) iktidarına alışmış olanların ayrıcalıkları, toplumsal zaman içindeki payları, denetledikleri mekanlar için büyük bir tehdit oluştururlar.

Bu yüzden, antik Yunan’daki Site’den bu yana, sınıflı toplumlarda, bireysel özgürlükler, ifade ve hareket özgürlüğü talepleri, hiçbir zaman tüm bireyler için geçerli olabilecek özgürlükler olarak karşımıza gelemezler. Bu yüzden bireysel özgürlükleri genel (mutlak) bir ilke olarak savunmak, toplum içindeki zaman, mekan, anlam dağılımının, çelişkili, kimi zaman uzlaşmaz çelişkili özelliklerini gizlemeye, dolayısıyla yapının “sırrını” gizleyerek korumaya hizmet eder.

Bu bağlamda, yaptığı işten başka iş yapmalarına, iş zamanının ve alanlarının dışındaki, ek/yeni zamanları ve mekanlara erişmelerine izin verilmeyenler, işçiler, öğrenciler, çalışanlarkadınlar, etnik gruplar kendilerine yeni zaman, mekan ve konuşma ve anlam alanları, yaratırken, buna izin vermeyen sınırları koyanların, zaman, mekan, konuşma ve anlam alanlarına müdahale ederler, bu mekanları onların kullanımına kapatarak, onların seslerini kısarak, kendi seslerine (adaleti konuşmalarına olanak verecek söylemlere), zaman ve mekan açmaya çalışırlar.

Bu gün bu kesimlerin, bunu barışçı bir yolla, şiddete başvurmadan yapmaya kalktıkları zaman bile nasıl büyük bir tepkiyle karşılaştıklarını, devlet şiddetinin hedefi haline geldiklerini görüyoruz. Bunda şaşılacak bir şey yok ve bu sürecin bireylerin “ifade özgürlüğüyle” de bir ilişkisi yok.