“Koşullar çok iyi” [1]

Dünyada ve Türkiye’de siyasi, ekonomik, kültürel duruma bakınca aklıma Mao’nun “gök kubbenin altında tam bir kaos var, koşullar çok iyi” sözleri geliyor.

Gök kubbenin altında kaos var
Gerçekten de toplumsal “yapının” (dar anlamda Türkiye, geniş anlama kapitalist dünya ekonomisi/sistemi) hemen her alanında, her düzeyinde irili ufaklı, birbirine bağlı, birbirini besleyen, birbirinden farklı hızlarda da olsa gelişmeye derinleşmeye devam eden krizlerle karşı karşıyayız.

Kapitalist sistem ekonomik krizden çıkış için gereken yenilenme süreçlerini üretemiyor, işsizlik yoksulluk artıyor. Mali sistem hala bir çöküşün eşiğinde duruyor. Buna karşılık sınıflar arası çelişkiler keskinleşiyor, mücadeleler giderek sertleşiyor, kitleselleşiyor. Kapitalist sistemi açıklayan ve meşrulaştıran söylemler, ekonomik krizin kronikleşen etkileri altında, hazlara dayalı tüketim eğilimlerini destekleyen kredi kaynaklarının tükenmeye başlamasıyla birlikte çözülmeye başlıyor. Bu durum geniş kitlelerde özellikle emekçi gençlik arasında önemli kimlik krizlerinin şekillenmesine yol açacak gibi görünüyor.

Kapitalist sistemin merkezlerinde dahi, bu krizden ne zaman çıkılabileceğine ilişkin hemen hiçbir varsayım, hatta iyimser bir beklenti yok. Bu sırada dünya devletler sisteminde yükselen güçlerin taleplerinin getirdiği basınç Batı merkezli hegemonya sistemini zayıflatmaya devam ediyor. Madenler, kıymetli mineraller, enerji kaynakları ve yolları üzerinde rekabet yoğunlaşırken, 1930’ları anımsatan korumacı eğilimler, krizi yıkıcı süreçlerini (kapasite iması örmeğin) birbirinin ekonomisine devretme çabaları belirginleşiyor.

Türkiye’ye gelince ekonomik krizin etkileri kısa dönemli sermaye hareketleriyle denetim altında tutuluyor ve erteleniyor uzun süre sürdürülmesi olanaksız bir sistemin fay hatlarında enerji birikmeye devam ediyor. Bu sırada ülkeyi yöneten iktidar bloğunun ve onu bu güne kadar ayakta tutan ideolojisinin, bu ideolojiyi üreten organik entelektüellerinin bir dönüşüm içinde olduğu, yapısını değiştirmeye başlayan bir geçiş sürecine girdiği görülüyor. Bu sürecin getirdiği istikrarsızlıklar devletin hemen her kademesinde kendini gösterdiği gibi, toplumda da önemli gerginlikler, kültürel kargaşa, yönelimsizlik ve belirsizlikler yaratıyor. Kürt sorunu denen olgunun çıkmaza girmiş olması, referandum sonrasının, kaçınılmaz düş kırıklığının kendini göstermeye başlaması, gerek emekçi sınıflar gerekse de üniversite gençliği içinde yeni kıpırdanmalara enerji taşıyor. Ülkenin geleneksel dış politika parametrelerinde de önemli, gözle görülebilir kırılmalar yaşanıyor.

Düzen, yapıya yönelik olası muhalefet hareketlerini düzen içine hapsedebilecek yeteneğe sahip “sol” muhalefet partilerini kendi içinden üretmekte zorlanıyor. Özetle gök kubbenin altında kaos egemen. Koşullar çok iyi.

Koşullar çok iyi çünkü, yapılar kendilerini krizde değişerek yenilerler, ama kriz aynı zamanda yok olma olasılığının da gündeme gelmesi demektir. Bu aynı zamanda, bu olasılığın, potansiyelden, güncele dönüşebilmek için gerekli öznenin müdahalesini beklemekte olduğu anlamına gelir.

Sorun şurada düğümleniyor, bu özne nasıl şekillenecek. Ya da daha doğrusu, yapıyı çözmeyi aşmayı amaçlayanlar, bu özne olma potansiyellerine sahip güçler, bu potansiyel durumlarını güncele nasıl dönüştürecekler? Yapının kendini yenilemeye çalıştığı böyle bir akışkan ortamda, büyük riskler içeren bir müdahaleyi nasıl göze alacak ve ne yönde yapacaklar?

“Güzel ruhlar”
Müdahale etmeye niyetlenenler açısından aşılması gereken ilk ve en önemli engel, kaosun içindeki unsurların tanımlanması ve anlamlandırılmasıyla, müdahale nesnesinin saptanmasıyla ilgili. Özne olmaya niyet edenlerin, bu kaosu oluşturan duruma uygun bir yaklaşım geliştiremezlerse kendi kendilerini, eylemsizliğe mahkum etme, paralize olma riskleri var.

Hegel’in Tin’in Fenomonolojisi adlı yapıtındaki, "Güzel ruh" schöne Seele (Bölüm VI/C/c) kavramıyla değindiği durum, potansiyel öznenin, güncelliğe geçemeden sürekli potansiyel olarak kalmasına yol açan bir yaklaşıma işaret eder. Bu potansiyel özne, güncelleşemez, duruma müdahale edemez, çünkü, kendini müdahaleye uygun koşulların varlığına bir türlü ikna edemez.

Okuyucunun hoş görüsüne sığınıp (tembellik edeceğim çünkü), daha önce bu konuda yazdığım bir yazıdan aktarırsam:

"Güzel ruh" , "ruhun" , benliğin (self) saf haliyle, kendini dışsallaştırarak gerçek bir varoluşa sahip olma gereksinimi arasındaki çelişkiye takılıp kalmış, gerçek bir varoluşa sahip olmayan haline ilişkindir. Durumun farkına varan "güzel ruh" yakınmalar ve yeis içinde, çılgınlık noktasında kendini ziyan eder.

Bir tarafta, saf, kirlenmemiş, ama gerçek bir varoluştan yoksun benlik, diğer tarafta gerçek bir varoluşa sahip olabilmek için dışsallaşmak, saflığını kaybetmek, "kirlenmek" gereği... Zizek 'in kimi siyasi muhalefet unsurları için söylediği gibi, bunlar "Dünyanın, kendi yüce ideallerinin gerçekleşmesini engelleyen acımasız koşullarından (ya nesnel, ya da öznel koşullar hep yetersizdir- E.Y) sürekli yakınırlar..."

Burada esas sorun, "güzel ruhun" , "saflığını" (siyasi tutarlılığını vb.) korumaya çalışırken edilgen kalması değildir. Sorun, bu edilgenliği yaratan etkinlik tarzıdır. Bu etkinlik ise, dünyayı, müdahale etmeyi olanaksız kılacak bir biçimde betimlemekle (söylemle) ilgilidir. Savaş, pratikte kaybedilmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybedilir... "Bu yakınmalar yakınılan koşulların yeniden üretilmesine katkıda bulunur." [2] “Güzel ruh”, “uygun koşuları” beklerken, niyetle eylem arasındaki karanlık boşlukta, adeta traktörün farları karşısındaki bir tavşan gibi donup kalır.

Halbuki, Napolyon’un "önce hele savaşa bir girelim ne olduğunu ondan sonra görürüz" , Lenin’in "teori gridir yaşam yeşildir" saptamalarında vurguladıkları gibi bir durumun "hakikatini" , içine girmeden, ondan etkilenmeden, pratiğimizle onu etkilemeden bilemeyiz. Pratiğin bizzat kendisi "durumu" değiştirir... Dünyayı değiştirmek onu, siyasi eyleme olanak verecek biçimde betimleyebilmekten geçer. Böylece devrimci teori, devrimci eylemin önünü açabilecektir. Müdahale etmek esastır.

Sonuç bir başarısızlık, hatta bir felaket dahi olabilir. Hiç bir tanımlama ve hiçbir devrimci teori başarıyı garanti edemez. Ama eylem başarı olasılığını, yalnızca olasılığını, garanti eder. Güzel Ruh eylem aşamasına geçemediği için, bir özne olmaya başlama sürecine de adımını atamaz.

ve “gerçekçiler
Güzel Ruh’un daha “zayıf” bir versiyonu da karşımıza, “gerçekçilik” kavramının bir tür yorumuyla çıkar. Güzel Ruh’un zayıf bir versiyonu olarak “gerçekçilik”, kendine “gerçekliği” temel ve olasılıkların sınırı olarak alır. Bunu elindeki güçlerle karşılaştırır, eyleminin çarpacağı sınırları düşünmeye başlar, eylemin açacağı olasılıklardan önce…

İlk anda çok şaşırtıcı gelebilir, ama gerçeklik “gerçek” değildir. Çünkü gerçeklik her zaman simgesel (discursive) düzeyde toplumsal olarak kurulmuş bir gerçekliktir. Basitleştirirsek biz gerçekliği, bizi köpük gibi saran bir simgesel (ideolojik) evrenin, esas olarak (ama semiotik unsurları unutmadan) dilin içinde yaşarız. İkincisi gerçekliğin bu simgesel sistemi her zaman bir siyasi ekonomik iktidarı korumak, yeniden üretmek ve meşrulaştırmak üzere oluşur, bu yönde işler. Bunu da iktidarı tehdit eden tüm uzlaşmaz çelişkilerin ifadelerini, simgesel sistemin dışına iterek, batırarak, konuşulmalarını engelleyerek (konuşulmasına olanak veren kavramları örterek/ yasaklayarak/unutturarak) gerçekleştirir. Bu gerçeklik, dışladıklarına karşılık ve onlara rağmen bir bütünsellik vaat eder. Dışlamalara ve bastırmalara dayanarak kurulmuş olduğundan bu bütünsellik sahte bir bütünsellik olacaktır.

Bu yüzden “gerçeklik” gerçek değil sahtedir. Örneğin kapitalist toplumun gerçekliği, emek sermaye çelişkisinin uzlaşmazlığı gizlenebildiği, simgesel sistemin dışına itildiği, konuşulamaz kılındığı ölçüde, içindekilere bir uyum ve mükemmellik görüntüsü sunabilir. Ekonomik, ekolojik, krizler kimi zaman siyasi skandallar, bazen doğal felaketler bu görüntüyü allak bullak eder. Gerçekliğin simgesel verimliliğini (kendini açıklama kapasitesini) düşürmeye, gizlenenlerin geri gelmeye başlamasıyla da kaos algısını yükseltmeye başlar. Böyle krizlerde, bu yüzden “koşullar çok iyidir” devrimciler açısından.

Devrimciler bilir ki, kriz olasılıkların ebesidir.

Bu yüzden “gerçekçilik” yerine, “anti- gerçekçilik”[3] (buna “eleştirel gerçekçilik” de diyebiliriz) devrimci eylemin önünü açabilecek saptamaları yapmamıza olanak vermesi açısından daha uygun bir yaklaşım olacaktır. Anti-gerçekçilik, gerçekliği oluşturan simgesel (ideolojik) evren içinde, karşımıza “imkansız” tanımlamasıyla birlikte gelen şeyler üzerinde yoğunlaşır, dışlanan, konuşulamaz kılınan, toplumda var olmasına karşın, görülmesi engellenen (örneğin proletarya, göçmen işçi, hatta eşcinsel, travesti, etnik azınlık vb gibi şeyleri – bunları taşıyan sözcükleri, olayları, sınıfları, grupları) bulmaya eylemiyle, bunları konuşulur görülür kılmaya çalışır. Sanatçının ve sanatın ahlakını da sanırın bu işlevi tanımlayacaktır… Böylece devrimci, müdahalesiyle gerçekliği değiştirmeye, “bütünsellik” iddiasını dağıtmaya, gizlediği olasılıkları zorlamaya başlayabilir böylece krizi derinleştirmekten çekinmez…

Diğer bir değişe, devrimci, eylemiyle sermaye birikim sürecinin, ekonomik, siyasi kültürel/ideolojik sorunlarını ağırlaştırır, egemen sınıfın yönetim kapasitelerini ve süreçlerini zora sokar, egemen ideolojinin akışını kısa devre ederek, zaaflarını, çatlaklarını örten fantezilerini çökertmeye başlar…

(1) Bu yazıyı Metin Çulhaoğlu’nun yazısına borçluyum. Ama bir eleştiri olarak değil, onun “Karamsarlık Değil Gerçekçilik” yazısını okurken bende şekillenmeye başlayan düşünceler üzerinden kaleme aldım. “Acaba kendimi iyimserlik-kötümserlik ikileminden kurtarabilir miyim?” diye başladım, böyle bir şey oluştu.

(2) Ergin Yıldızoğlu, Emperyalizm ve Siyasal İslam arasında Türkiye, sf 315 Siyah Beyaz 2008,

(3) “Gerçekçi ol imkansızı iste” sloganının ruhu…