Kosova üzerinden çeşitlemeler, ya da teorinin sefaleti

Mehmet Altan bir yazısında, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması üzerinden “Ulus devletin dokunulmazlığı bitiyor. Bölünebilecekleri hukuksal olarak kabul görüyor” sonucuna ulaştı. Oktay Ekşi, Altan’ın yazısını “sıra Türkiye’deki ulus devletin bölünmesine geldi demek istiyor” sözleriyle, yorumladı. Altan çok garip bir tepkiyle, Ekşi’nin yorumunun yanlış olduğunu göstermek yerine, kendi yaklaşımının arkasındaki “teorik” perspektifi vurgulamakla yetindi, Ekşiyi de, “gariban mı, alçak mı, ya da gariban bir alçak mı” sözleriyle okuyucuya havale etti.

Bu sertlik niye?

Gerçekten de, Altan “sıra Türkiye’ye geliyor” demiyor, ama yazısında kurulan mantıksal denklem, Ekşi’nin yorumuna kolaylıkla yol açacak niteliktedir. Birinci neden, bağlama ilişkin: Altan, Türkiye’de “bölünme”, “ayrı yaşama”, “özerklik ilan etme” tartışmalarının içinde yazıyor “Ben bu bağlamın farkında değilim, ya da dışında yazıyorum” deme şansına sahip değil. İkincisiyse mantıksal: (a) Ulus devletlerin bölünebilecekleri hukuksal olarak kabul görüyor. (b) Türkiye bir ulus devlettir. (c) Öyleyse, (Altan karşı olabilir -ya da olmayabilir- ben de istemem ama…) Türkiye bir gün bölünebilir. Bu bölünme uluslararası bir kurum tarafından hukuka uygun bulunabilir ve buna da Lahey adalet divanının Kosova kararı emsal gösterilebilir.

Burada “uluslararası” kavramının içeriği, “hukuk” denen şeyin aslında ne olduğu tartışması saklı kalmak koşuluyla, Altan, haklı olarak “ama somut koşullar…” diye itiraz edebilir. Gerçekten de, bölünmeye ilişkin kararı kabul etmek ya da etmemek, tümüyle güç dengelerine bağlı bir durum olacaktır. Ancak, Altan, karşımıza koyduğu mantık denklemin anlamını yadsıyamaz. Bu kadar sinirlenerek, “gariban, alçak” gibi kavramlarla tepki göstermesinin arkasındaki olası etkenleri ise ayrıca düşünmek gerekir.

Saçmalıkları gizlemek için mi?
Altan’a göre ulus devlet sanayi dönemindeki toplumsal örgütlenme biçimidir. Feodalizmden kapitalizme geçerken burjuva sınıfının, hem bir ekonomik pazarı korumak arzusunun, hem de halkı monarşiye karşı birleştirmesinin ürünüydü. Ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşması ulus devletin oluşumunu hızlandırdı… Bu gün ise kapitalist dönemden, sanayi sonrası döneme geçiyoruz. Burjuvazinin yerini yaratıcı bireyler alıyor… Para değil, buluş çağı, ulus ölçeğinde değil küresel düzeyde, insan odaklı yeni bir çağ geliyor… Bunun ilk sinyali “ulus üstü” bir örgütlenme olan Avrupa Birliği tarafından verildi… Ulus devlet bir yandan Kosova gibi küçülerek… Diğer yandan AB gibi genişleyerek iki uçtan birden yok oluşa gidiyor.

Altan’dan aktardığım, bu teorik açılımın çok ciddi sorunları var. Bu sorunlara geçmeden önce, Altan’ın bu yaklaşımının arkasında Alvin Toffler’in “üçüncü dalga” teorisinin yattığını, bu kişinin de son yıllarda yeni silah teknolojileri bağlamında Pentagon’a danışmanlık yaptığını, görüşlerinin, ABD'de muhafazakar partinin aşırı sağ kanadından Newt Gingrich tarafından sık sık övülmüş olduğunu not etmek istiyorum.

Şimdi, Altan’ın teorik açılımının sorunlarına, daha doğrusu içerdiği saçmalıklara geçebiliriz. Birincisi, kapitalist dönemden, sanayi sonrası döneme geçiyoruz ifadesi, teorik olarak anlamsızdır. Kapitalizm bir üretim tarzıdır, sanayiyse, üretim araçlarının örgütlenmesine ilişkin bir kavram (mülkiyet ilişkilerini içermez). Diğer bir değişle, Kapitalizm ve sanayi farklı düzlemlere ait kavramlardır. Bu yüzden önermeye, kapitalizmle başlayıp, “sanayi sonrası dönem” ile devam etmek meşru bir kavramlaştırma olamaz. Kapitalizm bir üretim tarzı olduğundan, onun yerini almakta olan “şeyi” de üretim tarzı kavramı yoluyla tanımlamak gerekir.

Diğer taraftan, teorik olarak, “sanayi ötesine” geçerek kapitalizm içinde kalınabilir. Örneğin, ekonomide, istihdam içinde sanayi üretiminin payı çök düşmüş, finansallaşarak parazitleşmiş, yazılım sistemleri, bilgi işlem teknolojileri üzerinde tekel oluşturmuş bir kapitalist ülke düşünebiliriz. Buna karşılık, sanayi döneminde kalarak, üretim araçlarının mülkiyetini ve üretimin örgütlenmesinin biçimini değiştirerek kapitalizmden çıkılabilir.

İkincisi, “Burjuvazinin yerini yaratıcı bireyler alıyor… Para değil, buluş çağı” saptamaları da anlamsızdır. “Burjuvazi” kavramı, mülkiyet, kültür, siyasi iktidar biçimleriyle bir sınıfı tanımlar. Sınıfın yerine “birey” geçiyorsa, (a) burjuva sınıfı (tabii işçi sınıfı da) ortadan kalkıyor, sınıfsız topluma geçiliyor, (b) Mülkiyet, siyasi iktidar ve kültürel biçimler değişiyor demektir. Böyle büyük bir iddiayı ileri sürebilmek için, bu gün, ya hayal dünyasında yaşıyor, ya da açıkça yalan söylüyor olmak gerekir.

Diğer taraftan, burjuva birey tarih sahnesine son derecede yaratıcı, dönüştürücü bir unsur olarak çıkmıştır (BKZ Komünist Manifesto). Sorun yaratıcılıktan değil, bu yaratıcı enerjinin, doğal çevreye rağmen üretim, ne pahasına olursa olsun sermaye birikimi, silah üretimi gibi yıkıcı alanlara yönelmeye başlamış olmasından, sömürü ve yabancılaşma kısır döngüsü üzerinde işlemesinden kaynaklanıyor.

Sanırım, Altan’ın konuşmak istediği, ama belli ki teorik birikimi yetmediği için birbirine karıştırdığı konu, Fordist sermaye birikim rejiminin kriziyle başlayan süreçte gündeme gelen yeni “sınıf şekillenmeleri” ve bunların maddi zeminini oluşturan “gayri maddi” emek, “duygulanımsal” emek olarak tanımlanan çalışma biçimleriyle ilgilidir. Ama bu başka bir konu…

“Para değil buluş çağı” ifadesiyse, her buluşun maddileşmek için paraya gereksinimi olmasından öte, her buluşun günümüzde toplumsallaşabilmek için alınıp satılan metaya, bir sermaye birikim aracına dönüşmek zorunda olduğunu görmeyen garip bir saptamadır.

Ulus devletin çeşitli halleri
Altan yazısında, ulus devletinin tarihine burjuvazinin ortaya çıkış anından başlıyor. Sonra birden büyük bir sıçramayla, kendi deyimiyle, burjuvazinin yerini yaratıcı bireylere bırakmaya başladığı bir döneme, bu güne sıçrıyor. Bu yaklaşık 200 yüz yıllık sıçrama sayesinde Altan, ulus devletin, disiplin ve cezalandırma, savaş ve emperyalizm gibi en önemli özelliklerini atlama şansı yakalıyor. Hatta kapitalizmin taa başından, ulus ölçeğine sığmayan, sınır tanımayan, her konan engeli aşmak için türlü yöntemler geliştiren (BKZ: Komünist Manifesto), “küresel” bir üretim tarzı olduğunu da gizleyebiliyor, Böylece, küreselleşme söylemine binerek, neoliberal restorasyonu, kapitalizmin, adeta kapitalizme son verecek yeni bir çağı gibi paketleyerek satmak mümkün olabiliyor.

Bu sıçramanın üzerinden atladığı konular gündeme alınmayınca da, “Ulus devlet giderken, 'disiplin ve cezalandırma' işlevini kim üstleniyor?”, “sermaye, emeği nasıl disiplin altına alacak?” soruları da sorulamıyor savaş, sömürgeleştirme ve emperyalizm kavramlarının ulus ve ulusçuluk kavramlarına eklediği çok önemli nüanslar konuşulamıyor.

Diğer taraftan, ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşması ulus devletin oluşumunu hızlandırdığı doğrudur. Ama ulus devletlerin yok olmakta olduğu doğru değildir. Aksine. 1991’den bu yana, çok-etnik gruplu devletlerin bölünerek, 10’dan fazla, etnik ve kültürel olarak homojen yeni ulus devlet doğurduğunu gördük. Bir gün Kürtler ayrılır bir devlet kurarlarsa, bu da etnik açıdan homojen, bir ulus devlet olmayacak mı?

1991 sonrası kurulan kimi ulus devletler:

Ülke Etnik bileşim / Konuştuğu dil
Azebaycan %90 Azeri/Azerice
Ermenistan %97 Ermeni/Ermenice
Estonya %69 Estonyalı, %25 Rus / Estonyaca
Hırvatistan %88 Hırvat/Hırvatça
Kırgızistan  %70 Kırgız , %14 Uzbek, %9 Rus/ Kırgız resmi, Rusça 2.
Latvia  %60 Latvian,%25 Rus,/Latvian
Sırbistan %83 Sırp / Sırpça
Slovakia %86 Slovak / Slovakça
Slovenya %40 Sloven / Slovence
Özbekistan %70 Özbek / Özbekçe, Rusça 2.

Bunların bir kısmının AB’ye katılmasıysa onların “ulus devlet” olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü ulus devlet, bağımlılık, özellikle kapitalist emperyalist (işgale gerek kalmadan) bağımlılık ilişkilerini dışlamıyor. Bu bağlamda, Kosova bağımsızlığını ilan etti, ama halen üç farklı idari yapı tarafından, onlarca sivil toplum örgütü aracılığıyla yönetiliyor fiilen işgal altında…

AB’nin “ulus üstü” olduğu savına gelince, son krizin gösterdiği gibi, “bu ulus üstü-yapı” karşımıza iç hegemonya denklemini çözebildiği taktirde, yaşama şansına sahip, esasen Almanya ve Fransa gibi iki büyük devletin yönlendirdiği bir ulus devletler hiyerarşisi olarak çıkıyor…
Altan’ın yazdıklarıyla, bir entelektüelin, kulaktan dolma da olsa edindiği bilgileri, “zamanın ruhunun” hizmetine vermesinin, oldukça kaba (vülger) bir örneğini oluşturuyor. Halbuki entelektüel namus, her zaman “zamanın ruhunun” karşısında eleştirel bir tutum almayı, “neden böyle de başka türlü değil” sorusunu her zaman gündemde tutmayı gerektirir.