İsyanlar üzerine düşünceler

“Hiç kimse” beklemiyordu. “Herkes” çok şaşırdı. Sonra “herkes” aslında bu “isyanların” ne kadar kaçınılmaz olduğu üzerinde anlaştı…

Cumartesiden bu yana İngiltere’yi sarsan ayaklanmalardan, yağmalama, ateşe verme, polisle çatışma olaylarından söz ediyorum. Olayların ayrıntılarını, artık hemen herkes biliyor. Sol.org’da da etraflıca anlatıldı. Bu yüzden olayların olgusal ayrıntılarını tekrarlamak yerine, bu olayları fırsat bilerek kapitalizmde yaşıyor olmanın sorunları üzerinde düşünmeyi denemek istiyorum.

Kapitalist toplumda “varoluşun” koşulları
Kapitalizm, meta üretiminin çok özel bir aşamasıdır. Bu aşamada artık doğrudan üreticilerin işgücü (yaşam enerjisi) de piyasada alınıp satılan bir meta haline gelmiştir. Bu aşamadan üretim araçlarının sahibi olan sınıf ya da kurum(şirket, devlet), iş gücünü, belli bir ücret karşılığında, belli bir süre için satın alır, üretim araçlarıyla bir araya getirerek, artık-değer üretmek üzere harekete geçirir.

Üretim araçlarına, dolayısıyla kendi gereksinimlerini kendi emekleriyle karşılama olanağına sahip olmayan doğrudan üreticiler, beslenme, barınma, çocuk yapma ve yetiştirme gibi gereksinimlerini, aldıkları ücretle satın aldıkları mallarla karşılarlar.

Bu basitleştirilmiş modelle, adeta stilize ederek betimlediğim kapitalist üretim tarzı, varlığını sürdürebilmek için doğrudan üreticilerin (işçilerin) bu koşulları, doğal ve tek olanaklı koşullar olarak kabul etmesini sağlayan bir ideolojik (simgesel) sisteme, üretim araçlarının özel mülkiyetini korumak için de bir siyasi aygıta (devlete ve hukuka) sahip olmak durumundadır. Bu iki alanın kesiştiği yerde tabii ki daha karmaşık, örneğin Althusser’in “Devletin İdeolojik aygıtları”, Theodore Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” olarak nitelediği yapılanmalar, Gramsci’nin “Hegemonya” kavramıyla (ve ona ilişkin başka kavramlarla) işaret ettiği ilişkiler de söz konusudur.

Kendimizi sınırlayarak, bu basit model üzerinden bakınca, kapitalist üretim tarzı ve onun yeniden üretim ilişkileri içinde, kapitalist, işçi, tüketici, yönetici, “gangster” ve isyancı gibi varoluş alanları olduğunu görebiliriz. Bu alanlardan birinde var olamayan bir birey, kapitalist toplumun içinde yaşamaya devam edecek olsa bile, varlığının derecesi (yeğinliği) son derecede düşük, neredeyse fark edilemez bir düzeyde olacaktır. Diğer taraftan olağan zamanlarda kapitalistin varoluşunun yeğinliği, işçininkinden, siyasi kriz savaş döneminde yöneticininki kapitalistten yüksek olacak, devrimci dönemlerde işçinin (proleteryanın) toplum içindeki varoluşunun yeğinliği hızla artarak başat konuma yükselebilecektir...

Bedensel olarak var olsa bile, varoluşunun yeğinliği son derecede düşük olma, toplumun içinde bir fark edilemez olma durumunun, en “saf” örneğini, sokakta yaşayan evsiz, kimliksiz insanlarda görebiliyoruz. Bunlar, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun Amores Perros (Sanırım Türkiye’deki adı “Paramparça”) başlıklı filminin son öyküsündeki El Chivo isimli karakteri gibi sokaklarda insanların (kapitalizmin araççı mantığının egemenliği altındaki insanların) gözleri önünde ama, o insanlar açısından, bir işleve sahip olmadıklarından, farkına varılmayan varlıklar olarak yaşarlar. Bu özelliğinden dolayı, El Chivo aslında ideal bir kiralık katildir. Cinayetlerini ortalıkta gerçekleştirir sonra yürüyüp gider. Kimse onu ne fark eder ne de anımsar… Çünkü o, aslında kapitalizmin o mekanında “yoktur”…

Bu olağanüstü ve “saf” örneği bir sıfır noktası olarak düşünerek bir kenara bırakırsak, işini kaybeden bir işçinin, üretici olma konumunu kaybederek varoluşunun derecesinde belirgin bir azalma yaşayacağını, bu anlamda bir kimlik krizi olasılığıyla karşı karşıya kalabileceğini görebiliriz. Kapitalizmin, işsizlik ve çeşitli sosyal yardım ödenekleriyle en azından bu, işsiz kalmış bireyin tüketici olmaya devam etme konumunu koruyarak, varoluşunu kapitalist mekan içinde tutmaya, iş yaratma kapasitesiyle onu yeniden üretici konumuna çekmeye çalıştığını biliyoruz. Ama kriz dönemlerinde hem işsiz kalanların yeniden iş bulma olanağı, hem de tüketici olma konumunu koruyan sosyal yardımlar hızla azalıyor. Salt bu durumun bile ekonomik kriz dönemlerinin beraberinde, toplumda “yok olmaya” başlamanın gerginliğiyle, aile yapılarını yıkan, libido düşüşlerine, derin depresyonlara yol açan kimlik krizlerini tetiklediğini de görüyoruz.

Ama kapitalizmde, yukarda değindiğim gibi, başka varoluş, dolayısıyla kimlik konumları da var. Bunlardan biri, tüketim araçları elde etmenin yolunu, yasal işleyişin dışına çıkarak, “gangsterlik” olarak tanımlanan etkinliklerde aramak olabilir. Burada birey, varoluşuna yeğinlik katabilecek dayanışma ağlarını kurabilir. Birey, bu alanda zamanla, kapitalizmin, üretim ve yeniden üretim süreçlerine katılmasına olanak sağlayacak başka varoluş tarzları da geliştirebilir. Örneğin egemen sınıfın kendi içinde, ya da rakiplerine karşı harekete geçirdiği (kiralık katil, devletin kirli işlerini yapan biri, grev kırıcı mafya gibi) bir şiddet aracına dönüşebilir, ya da burada biriktirdiği serveti, sisteme sermaye olarak geri sokarak kapitalist konumuna geçmeyi deneyebilir.

Bir başka, güçlü varoluş konumu da kapitalizme isyan etme sürecinde oluşur. Burada birey kapitalist ilişkilerle, “yapıya” karşı mücadele ederken, varoluş derecesi yüksel bir kimlik oluşturabilir. Böylece toplumun geri kalanı tarafından görülür ve varlığı “kabul edilir”. Toplumun siyasi yapısı tarafından hedef alınmak bile birey açısından varoluşunun derecesinin yükselmesi anlamına gelecektir.

“Bastırılanların” geri dönüşü
Ancak kapitalizm, neo-liberal küreselleşme olarak tanımlayabileceğimiz kriz yönetme modeli altında, yukardaki konumların dışında, yeni ve gittikçe genişlemekle birlikte yeğinlik derecesi son derecede düşük varoluşlar üretti. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yasal statüden yoksun göçmen işçileri, egemenlik altında tutulan etnik azınlıklardan devşirilen emekçileri ve aile kurumunun, eğitim sisteminin çökmeye başlamasına paralel olarak, topluma üreticiler olarak katılma olanağını hızla kaybeden, tüketici olma kapasitesi her gün biraz daha gerileyen, varlığını yönlendirecek bir gelecek tasarımından yoksun “getto” (varoş) gençliğini, bu bağlamda yeni varoluş konumları olarak düşünebiliriz.

Sermaye birikim süreci, krizle birlikte, kapasite fazlası (aşırı birikim) sorununun yanı sıra, aynı anda bir nüfus fazlası (toplumda istikrarı koruyarak yaşatılabileceği işsizler ordusundan daha fazla bir nüfus) sorunuyla da karşı karşıya kalır. Bu varlığını, kapitalizm içinde anlamlandırmakta zorlanan, “gangster”, yada “isyancı” gibi özel mülkiyetin güvenliğini tehdit eden varoluş konumlarına geçme olasılığı gittikçe artan bir nüfustur.

Kapitalizm 18. ve 19. yüzyıllarda bu nüfus fazlasını, yeni ilhak ederek, halklarını imha ederek kullanıma açtığı coğrafyalara yerleşimci olarak, yeni sermaye birikim noktaları yaratmak üzere ihraç ederdi. Kapitalizm 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan yapısal krizinde, tam tersi yönde bir sorunla karşı karşıya kaldı. Krizin etkisiyle toplumsal dokuları çözülmeye başlayan eski sömürgelerdeki, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki halklar, savaşlardan, ekonomik yıkımdan, açlıktan kaçarak merkez ülkelerin toplumlarına, ekonomilerine sığınmaya başladılar, geldikleri yerlerde, zamanla nüfus fazlası sorununu daha da ağırlaştırdılar.

Kapitalist toplumun ideolojik (simgesel) evreni, çalışanlar, egemenlik altında tuttuğu insanlar karşısında, “bütünlük ve mükemmellik” iddiasını koruyabilmek için, iç çelişkilerinin ürünü olan (bütünlük iddiasını yalanlayan), kriz eğilimlerini, insan yaşamının gereksinimleriyle çelişen özelliklerini temsil eden, ürünü olan “şeyleri” ifade edecek kavramları hep dışarda tutmaya çabalar. Örneğin kapitalist ekonomi teorisi, “değer” kavramını, çoktan dışarı atmıştır. Böylece “artık değer” kavramı konuşulamaz kılınır, sömürü kavramı, ekonomik bir kategori olarak anlamsızlaştırılır. Kriz her zaman dışsal, kapitalizmle alakası olmayan bir anormallik olarak sunulur.

Özellikle bastırılmaya çalışılan bir kavram da “proletarya”dır. Bu bastırma ABD’de o derecede kesindir ki, işçi sınıfı kavramı bile yerini “orta sınıf” kavramına bırakmıştır. Son yıllarda da işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan kesimlerinin ısrarla “orta sınıf” olarak tanımlanması da bu bastırmaya bir başka örnek oluşturur.

Yeni bir varoluş konumu olarak işaret ettiğim yasal statüsü olmayan göçmen işçiler ve geleceği olmayan gençlik tabakaları da kapitalizmin kendini, bütünlüğü olan mükemmel bir yapı olarak sunma çabasının önüne, proletarya kavramı gibi bozucu bir engel koyuyorlar. Kapitalist toplum, bu kesimleri, kendi yeniden üretim sürecine katabilecek, varoluş konumları sunamadığından, egemen ideolojik, simgesel evreninin dışında tutmaya büyük özen gösteriyor. Kapitalizm, bu kesimler toplumda yokmuş gibi davranmaya olanak verecek söylemleri geliştiriyor. Böylece, kapitalizm, bu kesimlerin, krizin ortasında asla karşılayamayacağı gereksinimlerinin, bunları ifade eden seslerin toplumun gündemine gelmesini engellemeye çalışıyor.

Ancak bu bastırılan sesler, zaman zaman, kendi varlıklarını büyük bir şiddetle toplumun karşısına koyuyorlar. Fransa’da 2005 yılında, İngitere’de de 2011 Ağustos’unda yaşanan patlamalar, işte bu “bastırılanların”, toplumda var olduğu halde varoluşu son derecede düşük bir düzeyde kalmaya zorlananların, bir anda toplumun “varoluşlar matrisindeki” görelilikler skalasını alt üst ederek öne çıkmaya çalışma çabasıdır.

Kapitalizmin “Gerçeği” içeri girince...
“Bastırılandan”, “simgesel evrenin dışına atılandan” söz eden bölümler, okuyucuya Lacan’ın “Gerçek” kavramını anımsatacaktır. Bunu düşünerek bu kavram üzerinden düşünmeye devam etmek istiyorum. Lacan’ın değişik dönemlerinde, anlamında kimi değişimler olsa da, “Gerçek” kavramını sanırım şöyle tanımlayabilirim: “Gerçek”, bir sistemin (bu, bireyin psikolojik kimlik sistemi, bir toplumun ideolojik yapısı, bir ekonomik sistem olabilir) varlığının “bütünlük görüntüsü” ve istikrar kazanabilmesi için dışarda kalması gereken “şey”i ifade etmek için kullanılan kavramdır. Bu “şey”, kendisini dışarıda bırakan sistemin simgesel evreni içinde ifade edilemeyen, “anlamlandırılamayan” “şey”dir.

Cumartesi günü patlak veren isyana bakınca, bu bağlamda, özelde İngiltere kapitalizminin, genelde kapitalizmin, “Gerçeğinin”, toplumun simgesel evrenine hem de büyük bir şiddetle girdiğini ve anlamlar sistemini sarstığını söylememize olanak verecek çok sayıda olguyla karşılaşıyoruz.

Örneğin, olaylar, Londra’nın Tottenham bölgesinde, bir siyah gencin (büyük olasılıkla varoluşunu gangsterlikle sürdürmeye çalışan biri) polis tarafından öldürülmesini protesto eden bir eylemin aniden biçim değiştirmesiyle başladı. Protesto eylemi anlaşılabilir bir “durum”du, hatta eylemin, gençlerin öfkesi taşınca bir toplumsal patlamaya dönüşmesi de... Ama Londra’nın bu çok yoksul ve siyah kesiminin yaşadığı bölgede, elektronik aletler, telefon satan dükkânları yağmalanırken yoksul kesimin kendi toplumlarının dükkanlarını da yağmalamaya başlamaları, salt protesto ve polise kızgınlık dışında bir dinamiğin harekete geçmeye başladığını gösteriyordu. İşte bu dinamiği kapitalizmin “Gerçeği”nin içeri girmesi olarak düşünüyorum.

Dört gelişme beni bu yönde düşünmeye itiyor. Birincisi, bu olaylar, önce Londra’da, bu öldürme olayıyla herhangi bir duygusal bağı olması söz konusu olmayan bölgelere sıçrayarak yaygınlaştı. Artık isyana, yağmaya katılanların demografik yapısı da çeşitlenmişti, siyahların yanı sıra, bölgesine göre, siyahlardan bazen daha fazla olmak üzere beyaz, Asyalı, Türk asıllı gençler, genç kızlar, kadınlar, orta yaşlı insanlar sokaklardaydı.

İkincisi, bu olayların yaygınlaşmasında rol oynayan telefon ve Twitter mesajları, tam anlamıyla özel mülkiyeti hedef alan bir nihilizme işaret ediyordu. Örneğin, çeşitli versiyonları çok yaygın olarak dolaşan bir mesaj “hangi bölgedeysen orada, balaklavanı –kar başlığını- tak, diğerleriyle buluş, ortalığı karıştır, her şeyi gasp et” diyordu. Diğer bir deyişle, mülkiyete, kamu düzenine karşı toptan bir saldırı çağrısıydı bu. Üçüncüsü, medya sistemli olarak ve ısrarla bu gençlerin, eğitim yoksunluğuna, ilgisizliğin mikro kültürü, bozuk istikrarsız aile yapıları içinde, disiplin almadan, kendilerine kural ve sınır getirmeyen bir sevgi ortamında yetişmiş olmalarından dem vuruyordu. Kısacası, bu insanlar kapitalizmin, baskıyı ve sömürüyü meşrulaştıran, doğallaştıran ideolojik, simgesel evrenine entegre edilememişler, liberal demokrasinin, insan haklarının hegemonyası altına alınamamışlar.

Dördüncüsü, isyana katılan gençlerden biri, bir gazetecinin “peki bu isyanla ne elde ettiğinizi sanıyorsunuz?” sorusuna “biz isyan etmeseydik sen benimle konuşuyor olur muydun? İki ay önce, 2000 kişi Scotland Yard’a –Polis merkezi- yürüdük. Hepimiz siyahtık, barış içinde sakin bir yürüyüş oldu. Ama biliyor musun, bu konuda basında tek bir satır haber çıkmadı” diyordu. Bu genç, bu eylemiyle, kendisini görünmez kılan simgesel duvarı (ideoloji ve söylemi), ancak şiddet kullandığı takdirde aşabildiğinin tamamıyla bilincindeydi.