Bir semptom olarak Amy Winehouse

Geçen hafta sonu, Londra’daki evinde ölü bulunan, uyuşturucu bağımlısı ünlü pop şarkıcısı Amy Winehouse, ilk albümünü 2003 yılında yapmıştı ama, kendine 2006 yılında “Back to Black” albümü ve “Rehab” parçasıyla popüler müzik alanında yer açtı. Bu yerde, kısa sürede büyük başarı gösteren Winehouse, bir gecede 5 Grammy ödülü alan ilk İngiliz pop şarkıcısı konumuna yükseldi.

Winehouse’un derin, siyah şarkıcıları anımsatan “soulful” sesi, R&B, Jazz, Motown izlerini taşıyan şarkı söyleme tarzı, Duffy, Lily Allen Adele gibi başarılı sanatçıları etkiledi.

Winehouse, 1960’ların kız gruplarını anımsatan, “Retro” tarzı giysileri, biraz dağınık hatta pasaklı görünüşü, kocaman saç topuzu, çekik boyalı göz makyajı ve dövmeleriyle, zaman içinde kendini gösteren madde bağımlılığı sorunuyla hem medyanın hem de moda endüstrisinin yoğun ilgisini çekti. Medya Winehouse’un olaylarını, sarhoşluklarını, darmadağınık, kırık dökük ve besbelli ki mutsuz yaşamını, fırtınalı aşkını, sonuna kadar, şarkıcının en mahrem anlarını, en zavallı, çirkin, “düşmüş” görüntülerini sergileyerek sömürdü.

Moda endüstrisi zaten çoktandır, madde bağımlısı, çevresinden kopuk bakışlı, yarı uykulu, çoğu zaman “kırılmış bebek” görüntülerini anımsatan kadın imajını üretiyordu. Anareksik, rengi bembeyaz, gözlerinin altı kararmış, elbiseleri az önce çılgın bir partiden çıkmış sarhoş, ya da madde etkisi altında ve nerede olduğunun farkında olmayan bir insanı anımsatan genç kız imajı (“heroin schick”) bir süredir moda endüstrisinin besin kaynağı, mallarını satma aracıydı. Bu endüstri Winehouse’un kişiliğine, müziğine ve öyküsüne bir sülük gibi yapıştı. Amy Winehouse, bu fırtınanın içinde giderek yaşamının kontrolünü elinden kaçırdı, sanatını yapamaz noktaya geldi...

Amy Winehouse’un sanatını, imajını, mutsuz yaşamını ve ölümünü, 1970’lerden bu yana yapısal bir kriz içinde debelenen küresel kapitalizmin giderek içine girdiği “nihilist” aşamanın bir semptomu olarak da okumak olanaklıdır diye düşünüyorum.

Kriz ve postmodernizm
Kapitalizm, 1970’lerde patlak veren yapısal krizini 1990’ların sonuna kadar, bir taraftan tüketimi bedensel hazlara, statü kanıtlamaya odaklı ve hızlandırılmış eskimeye (modası geçmeye) dayalı bir model içinde körükleyerek, diğer taraftan bu tüketimi gittikçe büyüyen bir kredi köpüğü ile destekleyerek, hızlandırarak yönetmeyi ve “aşırı üretim” –talep yetersizliği- durumundan kaynaklanan sorunlarını ötelemeyi başardı.

Bildiğiniz gibi, kredi köpüğünün patlamasıyla bu öteleme süreci ve buna olanak veren kriz yönetim modeli de tükendi.

Bu krizin sorunlarını öteleme dönemi boyunca, postmodernizm olarak tanımlanabilecek bir kültürel akım, kapitalizmin bu “kriz yönetme modelini”, bu modelin çalışması için gerekli öznellikleri, insan tipini üreterek, destekledi.

Postmodernizm, bu desteği öncelikle, kapitalizmin ufkunun ötesini düşünme araçlarını ve olasılığını ortadan kaldırmaya çabalayarak yerine getirdi. Postmodernizmin savlarına göre “evrensel ilkeler” yoktur, dolayısıyla “büyük söylemler” (kurtuluş teorileri) olanaklı değildir. Toplumu bütünsel olarak değiştirmeyi amaçlayan projeler yalnızca, bir perspektifin diğerlerine dayatılması anlamına gelir. Hiç bir perspektif diğerinden daha doğru olma iddiasın sahip olamayacağından, bu dayatma kaçınılmaz olarak baskı ve teröre yol açar.

Böylece kapitalizm, postmodernizmin yardımıyla, ufkunu kapatıyor ve genç kuşakları, yaşamlarını yönlendirecek ilkelerden yoksun bırakıyordu. Tarih yapılamayacak, toplum değiştirilemeyecekse, genç kuşak yaşamına nasıl bir anlam yükleyecekti. Toplumdaki adaletsizlikler ortadan kalkmadığına göre...

Bu koşullarda kapitalizm gençlere iki yol sunuyordu. Yeni bir toplum yapamayacağına göre kapitalizme katılarak kar yapma sürecinin parçası ol. Ya da intihar et. Bu intihar kestirmeden kendini öldürmek olabileceği gibi, mutsuzluğunu, ruhunun acılarını, heroin, ketamin, krak gibi maddelerle bastırarak yavaş yavaş ölmeye durmak da olabilirdi

Tabi bu ikilemi sanatla aşmak ta denenebilirdi. Ancak evrensel hakikatler, “büyük söylemler” yoksa, sanat anlamını nereden alacaktı?

Postmodernizmin bu sorunu geçmişin devrimci bir ilkesini kendi kurduğu simgesel evrenin sınırları içine hapsederek aşmaya çalıştığını görüyoruz: “Sanat sanat için yapılır, toplumsal bir işlevi yoktur!”.

Burjuva sınıfının kendi kimliğini ve iktidarını kurarken krala-kiliseye karşı yükselttiği bu ilke o zaman, “ben sizin dayattığınız anlamları yadsıyorum. Benden istediğiniz yüceltme işlevini yerine getirmeyi ret ediyorum” demek anlamına gelen bir isyanı dile getiriyordu.

Ancak, postmodernizm bu isyan sloganını canlandırırken, aynı anda ona, devrimci özünü yok eden bir deli gömleği giydirdi: Kapitalizm tek ve kalıcı “yaşam dünyasıdır”.

Evet sanat, sanat için yapılır. Ama bunun yolu, düzenin dayattığı, verili anlamları dışlayabilmekten geçer. Bu gün “anlamdan kaçmanın” (verili anlamları dışlamanın) tek yolu bu anlamları yaratan kapitalist ilişkilere karşı mücadele eden bir estetik ürün yaratmaktan geçer. Bu mücadele, kendini, her şeyden önce bu estetik ürünün, formu ve içeriğiyle birlikte piyasa ilişkilerine, metalaşmaya direnme kapasitesinde gösterir. Ama kapitalizm aşılamayacağına göre... Postmodernizm bu yolu kapadığına göre... Kapitalizmi hedef almadan üretilen her estetik ürünün kaderi ya başarısızlık ya metalaşarak düzenin propagandasına dönüşmek olmayacak mıydı?

Postmodernizm bu yolun kapanmasından dolayı oluşacak sorunları, sanatçının düş kırıklıklarını ve “otonomi” gereksinimini, bir dönem için, hem gençlerin herkesten daha keskin olan adalet duygusuna, hem de herkesten daha keskin olan bedensel duyarlılıklarına hitap eden bir söylemle aşmayı başardı (Bir dönem için diyorum çünkü artık gençler, proletaryanın bir parçası olarak baş kaldırıyorlar.)

Bütün kültürler ve kanaatler eş değerlidir, insanın fikrini değiştirme özgürlüğü vardı: Demokrasi.

Yalnızca bedenler ve hazları vardır: Materyalizm. Böylece gençler bir önceki kuşağın muhafazakar ya da komünist “vaizlerine” karşı korunuyorlar: Ben hazlarımın peşinden giden özgür biriyim! İçimdeki gerçek beni arıyorum. Bana kimse karışamaz (daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Reklamlar).

Bu çerçeve içine hapsedilen gençlik ve onun sanatçıları, sürekli kendilerini hazların peşinde koşmak zorunda olan, bu konuyu yansıtan estetik ürünler yaratan insanlar konumunda buldular.

Kapitalizmin hazlara dayalı tüketim kışkırtıcılığı ve çabuk eskime bu ürünlerle birleşince (reklamlar. Filmler. TV dizileri. “roman”lar...) sanatçı “yeni” insanı üreten kültür endüstrisinin bir çalışanına dönüşmeye başladı.

Bu “yeni insan”, hazların peşinden koşarken “hemen şimdi”ye odaklanmış, kısa döneme ve bedeninin devimlerinin dünyasına hapsolmuş bir bireydi. Peki birey, kendi bedeninin diğer bedenlerle ilişkisini ve bu ilişkiyi anlamasını sağlayacak söylemi nereden bulacaktı? Öyle ya, “büyük söylemler” yoktu, evrensel ilkeler, hatta ortak çıkarlar yoktu...

Burada da karşımıza, “dedikodu” ve “ünlüler” denen iki olgu çıkıyor.

John Berger “dedikodu”nun, tüm köyün sakinlerini birbirlerine, bağlayarak, yaşamlarına ilişkin bir ortak tanıma ulaşmalarını sağlayan günlük sözlü tarih olduğunu söylüyordu.

Bu günün kapitalizminde, yeni iletişim teknolojilerinin ve medyanın sayesinde birbirlerine gittikçe daha yoğun bilişim sinyalleriyle, yaygınlaşan tüketim normları, kültürel “mem”lerle (küçük çoğaltılabilir simgesel sinyaller) bağlanan bireyler artık kendilerini, adeta sanal bir “ulusal”, dahası “küresel köy” de yaşar bir durumda buluyorlardı.

Kapitalizm bir taraftan bu birbirine bağlılık duygusunu, sanal ağları geliştirirken, aynı anda insanlar arasındaki dayanışma ağlarını kırıyor, onları “gerçek” “köylerinden” koparıyor, metalar dünyasına, fırlatıyordu hem de çoğu kez bizzat kendisi (benliği) piyasada alınıp satılan bir metaya (iş gücüne) indirgenmiş olarak...

Kapitalizmin ve postmodenizmin bu parçalanmış dünyaya cevabı, “dedikoduyu”, ama bu kez onun, “köyün” yaşamına ışık tutan gerçek bir bilgi kaynağı olmasını önleyecek bir biçimde, küresel çapta yeniden canlandırmak oldu.

Dedikodu artık toplumun kendisi hakkında günlük bilgileri edinme, günlük tarih yoluyla kendini anlama aracı değildi. Eğer olsaydı, gittikçe istikrarsızlaşan, egemen sınıfının çapı hızla daralan, bir kapitalizmin dünyasında “küresel köyün” sakinlerinin kendi durumlarını anlamalarına yol açabilirdi.

Bu kez dedikodu, “ünlüler” denen birilerinin, “sanatçıların”, yalnızca metaların simgelerinin taşıyıcıları olmaktan başka işlevi olmayan bedenlerin (modeller, BBG katılımcıları vb...) yaşamlarının, bunların hazları peşinden koşarken yaşadıkları maceraların günlük tarihine indirgenmişti. Bu ünlülerin yaşamlarının günlük tarihini izleme sürecine hep birlikte katıldıkça, Amerika’dan Çin’e, Afrika’dan Avrupa’ya, hepimiz, örneğin İngiltere Kraliyet ailesindeki son düğünün, Angelina ile Brad’ın evlenme kararının, David ve Victoria Beckam’ın son çocuklarının, Orhan Pamuk’un sevgilisiyle Hindistan’da yaptığı tatilin, Amy Winehouse’un ölümünün dedikodularını paylaşırken tek bir dünyanın “kapitalist dünyanın” parçası olarak kendimizi tanımlayabiliyoruz.

Sex & Drugs & Rock & Roll
Kapitalizm ve postmodernizm geride bıraktığımız 30 yılda genç kuşaklar için böyle bir dünya inşa etti: Bedensel hazlara odaklı bireylerin, “ hemen şimdi” dünyasıydı bu. Bu dünyada, hazları hemen şimdi tatmin etmenin en kestirme yolu şöyleydi. Birincisi, “aşk” tan soyutlanarak duygusal gidip gelmelere, biyolojik uyarılara indirgenmiş seks. İkincisi, tüketildiği an tatmin eden ama tüketim gereksinimini de anında yeniden üreten toksik madde kullanımı, ya da gereksinimlerden, hatta ürünün işlevinden koparılmış bir alış veriş. Üçüncüsü, bu dünyanın kültürel bir taşıyıcısına dönüştürülmüş pop müzik (istisnaları olabileceğini unutmadan).

Bu dünya, “yalnızca kapitalizm, her zaman kapitalizm ve sonsuza kadar kapitalizm”den başka bir şey vaat etmeyen bir nihilizmin (kapitalizm dışındaki her olasılığı ret eden) dünyasıdır.

Bu kendi gençlerine, yaşamlarına yön verebilmelerine olanak sağlayacak her hangi bir ilke sunamayan kapitalizmin, geleceği olmayan dünyasıdır.

Bu dünya, modasıyla, müzik endüstrisiyle, televizyon dizileriyle, kadını sürekli “kırık bebek”, yarı hülyalı ama hizmete hazır beden olarak sergileyen reklamlarıyla gençlerine iki seçenek sunar, ya kâr yapma sürecine katıl, ya da intihar et.

Bu, metalar dünyasının getirdiği umutsuzluğu vurguladıkça daha çok metalaşan (albümleri çok satan) bunu gördükçe bunalan ama içinden çıkmaya cesareti, yada gücü yetmeyen Kurt Cobain’inki gibi aktif bir intihar olabilir. Bu, bu dünyanın baskısı altında, giderek daha çok bedensel hazlarına, odaklanırken madde tüketimi sürecinde kontrolü elinden kaçıran Amy Winehouse’unki gibi pasif ve yavaş bir intihar olabilir.

Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu, öncelikle Bütün kültürler ve kanaatler eş değerlidir, insanın fikrini değiştirme özgürlüğü vardı: Demokrasi. Yalnızca bedenler ve hazları vardır: Materyalizm. Daha kısa söylersek “yalnızca bedenler ve kültürler vardır” denkleminden, “demokratik materyalizm” tuzağından kurtulmaktan geçiyor.

Alain Badiou’nun anımsattığı gibi “yalnızca bedenler ve kültürler vardır” ama bunlardan farklı olarak bir de hakikatler, evrensel olarak geçerli ilkeler vardır. Hazların ve kültürlerin ötesine geçilerek bu ilkeler için mücadele edilebilir.

Gençlik bu hakikatlere, ilkelere bağlanarak yaşamını, “ya kâr, ya intihar” ikileminin dışında kalarak yönlendirebilme olanağı elde eder. Bugün, sıkı sıkıya sarılmak gereken en önemli hakikat , 1792’de, 1871’de, 1917’de bize “baskı ve sömürünün olmadığı bir toplum kurulabilir ilkesini” veren hakikattir. Bunun bir diğer adı da “komünist hipotezdir”. Bu günün en önemli erdemi de, her hangi bir başarı garantisi beklemeden, bu ilkeye sadık kalma cesaretini göstermektir.