Değişkenliğin dinamiği

Evrimsel biyolojinin değişkenlik esaslı bir bilim olmasının canlı dünyasının doğru izahını mümkün kıldığını geçen hafta söylemiştik. Darwin’in kılı kırk yaran çalışmalarının sentezi Türlerin Kökeni’nden miras alan modern evrimsel biyolojinin tarihsel seyri, canlı özelliklerindeki genetik temelli çeşitlilik düzeylerinin saptandığı kilometre taşlarıyla bezenmiştir. Yirminci yüzyılın hemen başlarında “Mendel genetiğinin yeniden keşfinin” sağladığı donanımın bu yolu açtığını hemen ekleyelim. Bu yolun açılmasıyla birlikte, evrimsel genetiğin kurucuları Ronald Aylmer Fisher, Sewall Wright ve John Burdon Sanderson Haldane’in yirminci yüzyılın ilk otuz yılında inşa ettiği muazzam teorik çalışmalar ile değişkenlik esaslı evrimsel biyolojinin “Modern Sentezi”nin iskeleti ortaya konmuştur. Doğal seçilim ve seçilimsel olmayan, rastlantısal süreçleri Mendel genetiğinin temelleri üzerine kuran bu hayli sofistike popülasyon genetiği kuramını Theodosius Dobzhansky, Ernst Mayr, George Gaylord Simpson gibi büyük saha adamlarının evrimsel biyolojiye dahil etmeleriyle Sentez 1950’lere gelmeden tamamlanacaktır. Dobzhansky’nin 1938’te başlayıp 1970’lerin ortalarına dek süren çalışmalarının yer aldığı Doğal Populasyonların Genetiği serisi, değişkenliği temel alan ve kuramsal evrim genetiğinin açtığı yolları ete kemiğe büründürme gayretinde bir entelektüel serüvendir.

Bununla birlikte, evrimsel biyolojinin sentezini izleyen seksen küsur yıllık döneme derin krizlerin damgasını da vurduğu da doğrudur. Dobzhansky’nin anılan devasa çalışmaları temeli genetik olan biyolojik özellik değişkenliğini kullanmakla birlikte, aslında başvurulan genetik belirteç bir türün sahip olduğu toplam genetik çeşitliliğin oldukça küçük bölümünü temsil etttiği bilinen, büyük ölçekli kromozom segmenti (inversiyonlar) değişkenliğine dayanıyordu. Dönemin bir diğer genetik çeşitlilik belirteci ise laboratuvarda yaratılan ya da sadece tek bir bireyde gözlenip yine laboratuvarda çoğaltılan tipik organ ya da vücut parçası patolojlerine dayanan “görünür” bir başka deyişle morfolojik, mutantları içermekteydi. Bu mutantlar organ ya da vücut parçaları açısından temeli genetik iki zıt durumu örnekleyen değişkenliği sunsalar da malum nedenlerden dolayı doğada kolaylıkla rastlanılmayacak olmaları genetik çeşitliliğe ilişkin doğru bir tahmin yapılmasını engellemekteydi. Kısacası, 1950’lerin sonuna gelindiğinde evrimsel biyologların elinde Fisher, Wright ya da Haldane’nin inşa ettiği kuramsal temeli sınayacakları genetik çeşitlilik bilgileri bulunmuyordu. Bu derin yöntembilimsel kriz, Karl Popper’in 60’ların hemen başında evrimi “sınanamayan bir kuramsal yapıya sahip olmadığı” için geçerli bir kuram olarak görmemesinin de önemli bir nedenidir.

Kuram ile pratiği arasındaki bu ciddi uyuşmazlık ise 1966’da Richard Lewontin’in protein çeşitliliğini genetik çeşitlilik şeklinde ele aldığı devrimci çalışmaları ile önemli oranda aşılır ve artık herhangi bir türde yüzlerce sayıda genin proteinin ürünündeki çeşitliliğin kolaylıkla gösterilebilmesiyle evrimsel biyoloji-Kuhn’vari bir paradigma değişimiyle desek yeridir-yeni bir aşamaya geçer. Motoo Kimura’nın seçilim-dışı evrimleşmeyi moleküler düzeyde birkaç yıl sonra formüle etmesi,1983’te Martin Kreitman’nın bir genin DNA dizisini evrimsel genetik parametreleri hesaplamak için ilkkez kullanması değişkenlik esaslı evrimsel biyolojinin olgunlaşıp zirveye çıktığı kriz sonrası dönemin tarihsel dönüm noktalarıdır.

Peki, bu olgunlaşma ve yöntembilimsel incelme, evrimsel biyolojinin ifade ettiği biyolojik gerçekliğin tam da ruhuna aykırı biçimde, aşağı yukarı aynı süreçte yükselen ve bir tür DNA tapınıcılığına da dönüşen indirgemeciliğin seyrini nasıl etkilemiştir? Bu konuyu ise sonraya bırakalım.