Saygılarımla efendim…

Geçen sabah nedense son derece asabi bir ruh haliyle uyandım. Tanımlamakta güçlük çektiğim bir ruh hali. Bir benzetmeyle hissiyatımı ifade etmeye çalışayım geçen yıl dostlarımı davet ettiğim garden partide Krug Clos d’Ambonnay 96 bulunamadığında da aynı şekilde sinirlenmiştim. Sinirlenmiştim zira dostlarıma ikram edeceğime söz vermiştim ve sözümü tutamamıştım.Utançla karışık bir sinir gelmişti üzerime, mutfağımızın içki sorumlusu Edward’ı işten atarak rahatlayabilmiştim. İşte geçen sabah tam da bu tonda bir sinirlilik haliyle uyandım.

Brooklyn günlerinden kalma alışkanlıkla arka arkaya yuvarladığım iki mag dolusu kahve de beni sakinleştiremedi. Pek akıllı telefonumdan gazetelere göz atmaya başladım. Yaşam koçumun önerisiyle bir aydır kötü haber diyetinde olduğum için, içinde Suriye, Silivri, Esad, Kürt, Türk gibi sözcüklerin geçtiği haber başlıklarını Lamborghini hızıyla geçtim.

Derken o fotoğrafı gördüm. 30 Ağustos resepsiyonunda başkomutan cumhurbaşkanı sayın Gül ve karanın, denizin, havanın komutanları paşalarımız. Gerçi fotoğrafta başkomutan cumhurbaşkanı Gül’ün arkası dönüktü ama başta Necdet Paşamız olmak üzere tüm paşalarımız olağanüstü bir mutluluk ifadesi ile cumhurbaşkanımıza bakıyordu. Aklımdan sorular, sorular geçti.

Kim bilir ne konuşuyordu? Gül, komutanların yüzüne yansıyan o mutlu ifadeyi oluşturacak ne anlatıyordu? İtiraf etmeliyim ki kıskandım. Orada olamamak bir ateş gibi kavurdu yüreğimi. Neler kaçırdığımı, hangi kuvvetli ışıkla aydınlanamadığımı düşündüm. İçine düştüğüm kıskançlık girdabından başka bir duygu vasıtasıyla çıkabildim. Kendi kendime “çıldırdın mı kuzum, bu fotoğrafı görebilmek için bu ülke ve sen ne kadar beklediniz?” dedim. İnanır mısınız o an özverili bir sakinlik çöktü üzerime. Mutluluğun resmini belki Abidin Bey yapamamıştı ama adını bile bilmediğim bir gazeteci fotoğrafını çekebilmişti.

Gözlerimi fotoğraftan ayırmadan duygularımın tahliline koyuldum. Yüzüme yayılan gülümsemeyi hissedebiliyordum. Reiki danışmanımın pozitif enerji olarak tanımladığı o elektriğimsi maddeyi vücudumda hissediyor, beynimin harıl harıl endorfin ürettiğine tanık oluyordum. Bu duyguyu en son ne zaman hissettiğimi düşünmeye çalıştım. Enerjinin yoğunluğuyla gözlerim kapanıyordu ama fotoğraf göz kapaklarıma asılı nadide bir tablo gibi irislerimin önündeydi. Mutlaka ama mutlaka, paşalarımızın yüzündeki mutluluk ifadesiyle tetiklenen duygularımı ifade edebilmeliydim. Neye benziyordu bu duygu?

‘Hadi adamım’ diye yüreklendirdim dimağımı. Yapabilirsin dedim. Önce, kulağıma uzaklardan bir Vivaldi geldi. Yanılmıyorsam ‘Dört Mevsim’ çalıyordu. Rüzgarın okşayan serinliği Como Gölü kıyısındaki evimizin bahçesinden yasemin kokuları taşıdı burnuma. Saten etek hışırtıları duydum. Bu sesler hizmetçimiz, biraz suratsız fakat becerikli bir kadın olan bayan Alanzo’ya aitti. Dom Perignon servisi için pek telaşlı yürüyordu. (Her gün 18.00’de servisi yapmazsa benden sitemkar sözcükler duyardı ki bu da onun isteyeceği son şeydi.) Japon Kraliyet cinsine mensup dişi kedimiz Rozalinda bütün gün uyuduğu Japon Kirazı ağacımızın gölgesini terk edip ayaklarımın dibine uzandı ve bir kez miyavladı. Beni hep böyle selamlardı. Başını okşayarak ödüllendirdim kendisini.

İşte oluyordu, başarıyordum. Cumhurbaşkanımız ve paşalarımızın fotoğrafındaki mutluluğu kendi mutlu anılarımla buluşturup onları anlamayı başarmıştım. Hatta sanırım size anlatmayı da…

Şimdi müsadenizle yazıyı bitiriyorum. Ellerim kollarım bağlı olduğu halde, söylediklerimi kaydedip size ulaştıran Nezaket Hemşire’ye hepinizin huzurlarında teşekkürlerimi sunuyorum. Saygılarımla efendim.