Parmağını değil elini

Gücün tarihteki rolünün önemini elbette o da biliyordu. Gücün kime karşı, neden ve nasıl kullanılacağının en az gücün kendisi kadar önemli olduğunun da ayırdındaydı.

Canına can katan sevgili büyüğüne milyonlarca oyla sandıktan çıkıp dünyayı kana bulayan devlet ve siyaset adamlarının hazin öykülerini anlatmak istiyor ama anlatamıyor. Öfkelenmesinden korkuyor. Kiminin intihar ettiğini, kiminin bacağından asıldığını nasıl anlatsın. İhanetle ve hatta casuslukla suçlanmaktan çekiniyor.

Elbette çok geriye gitmeden, sadece elli üç gün öncesinden başlayarak kendi muktedirlerinin el ürünü yaşanmışlıklarına - siz yolsuzluk ve rüşvet diyebilirsiniz- kısacık değinilse bile, insanın önüne gerçekten alengirli/ hiç şüphesiz gıllıgışlı/ mutlaka küflü paslı /hiç tartışmasız kirli bir dünya çıkarıyor.

Örneğin karşısınızda bir değil, iki, üç değil tam 17 villa birden beliriyor. Çamlıca Saklıbahçe Konakları’nda 5, Çatalça Kabakça’da 10, Urla Hacılar Koyu’nda 2 villa. Neden? Fazla mal göz çıkarmaz der gibi bakıyor, ama uslu çocuk gibi önüne bakıp susuyor. Büyüğümün bir bildiği vardır demekle yetiniyor.

DÖRT EKMEK ON YIMIRTA
Suçsa, suçun hepsi onun değildi. Karşımızda geniş bir aile olduğu gerçeği vardı. Adam başına birer tane dense 17 de az gelirdi 20’de. Aslında birler, ikiler, üçler diye saymaya başlasa haklı bile çıkar.

Özal amcalarından, Tansu teyzelerinden örnekler saysa, bu onlar için bir “ritüel”, bizim için bir “gelenek” bile dese yine de haklı sayılır.

Yolsuzluğa “fetva veren” karaman hocaların, “onu yedirmeyeceğiz” diyen Barlasların “nev-i şahsına münhasır” örneklerini saysa belki yargılanmadan aklanır. Ama sayamıyor. Zafer, Muammer, Bayraktar ve Egemen amcalarının Kaan, Barış, Oğuz arkadaşlarının fezlekelerini anımsayıp -kendi fezlekesi yokmuş gibi- susuyor.

Gözünü yumsa ayakkabı kutusu görüyor kulağını tıkasa para sayma makinası sesi duyuyor.

İmdadına bakkaldan “dört ekmek on yımırta” ister gibi telefondan villa siparişi veren hemşiresinin sesi yetişiyor.

Baba dostu müteahhit amcasına “ikinci kattan havuz görünmesin” diyor. Bu makul bir istekti. Perde çekmek gerekirdi. Ama babasının tuvalet tarifine doğrusu diyecek yoktu.

Ona göre bunları bırakıp onun vakfıyla uğraşmalarını anlamak güç. Tamam iyi kazanıyordu ama fakir fukara, garip guraba diye yola çıktığını rabbinin bildiği her nedense unutuluyor. Vakıf bu elbette bağış toplayacak, arsasına arsa, parasına para katacak.

GÖKYÜZÜ HIRSIZI
Çok kazanmak günah mı? Hayır ama adam doymuyor “237 bin metrekare yapı izni” yetmiyor. Adam parayı bastırıyor “237 binin üstüne 391 bin metrekare” ekletiyor. Adam yasa tanımıyor Beşiktaş’ın tepesine 628 bin metrekarelik bir “aveme” dikip gökyüzü hırsızlıyordu.

Rabbi günahı Topbaş ve Bayraktar amcaların boynuna yazıyor. Biri araya girecek işi düzeltecek, elbette komisyonunu alacaktı. Baba olmuş, oğul olmuş, amca olmuş dayı olmuş ne fark ederdi?

Özellikle son günlerde başarılı olmak suç mu diye bağırmak istiyordu.

Gemi işinde de böyle olmadı mı? Suç yine babasındaydı. Gemi diyeceğine gemicik dedi, bir çuval inciri berbat etti. Kuyumculuk işinde de aynı şey. Oğul pırlanta sattı baba pırlanta vergisi sıfırladı, bir çuval inciri daha berbat etti.

Ülkenin yönetiminde onlar değil sanki başkaları vardı. Bizimkiler suçsuz günahsız mazlum, ötekiler suçlu günahkar zalimdi.

Veda zamanı geldi. Telaş içindeydi. Korkuyordu. Belli ki sığınacak bir liman arıyordu. Namaz için izin istedi. Dua eder gibi hüzünlü bir sesle “şeriatın kestiği parmak acımaz” dedi. Uğrunda savaşıp dört gözle beklediği şeriatın hırsızın elini, arsızın kolunu kestiğini anımsayınca “parmağını değil elini” diye düzeltti.

Halkın emeğini ve ekmeğini çalan elsiz kolsuz devlet ve siyaset adamlarının gürültüsüyle uyanıp yeni güne selam çaktım.