Ne günlere kaldık

Çıkış yolu elbette var ama siyasi kuşatmayı görmek gerek. Tarihin hüznünden nasibi olanlar için her kuşatma iki yüzü keskin bıçak gibi. Yarıp çıkmak da var, kalıp teslim olmak da.

Derin kaygı besleyenlere göre kuşatanlara güvenmek intiharla-ihanetle eşdeğer. Truva atı siyasetteki güncelliğini koruyor.

Konduğu çiçeğin rengini alan Hint kelebeği kıvraklığıyla kuşatmaya son verecek barış masasına oturmanın önemini artık herkes biliyor.

Bilinmeyenlerle dolu siyasal İslam’ın gerici kuşatması kendini yenileyerek yıllardır sürüyor. Güncelin ışıltılı çekiciliğine kapılanlar için bu kuşatmaya ilişkin tarihin uyarıları “ehem” de değil “mühim” de.

Kuşatmayı korku verici karşılaştırmalarla, akıl almaz aynılıklarla anlatmaktan yana değilim. “Ne oldu, nasıl oldu...” parantezine aldığım bir soruyla hüznün kaynağına inmeyi denemenin bir sakıncası yok. Yanıtını herkesin bildiği bu soru bizi, kimbilir belki de “kimlerin eline kaldık” gerçeğiyle yüzleştirecek.

ARZUM OLABİLİR
Nasıl oldu da ilkokul diploması bile olmayan bir vaiz ile üniversite diploması tartışmalı bir imam, beklenmedik bir zamanda ülkenin yazgısına ipotek koydu.

Şöyle oldu vaiz olanı en büyük idealini alçak gönüllü bir üslupla dile getirdi:

“Türkiye’de bazı şeylerin değişmesi, biraz da bazı insanların değişmesine bağlı. Mesela bir başbakanımızın hacca gitmesi, açık namaz kılması bir reisicumhur’un hacca gitmesi, açık namaz kılması bir genelkurmay başkanının hacca gitmesi, açık namaz kılması. Bunlar Türkiye’de çok şeyi değiştirebilir mülahazasıyla arzum olabilir” (Sabah, 25 Ocak 1995).

Bu küçük ideal süreç içinde iktidara desteklemekten, iktidarı paylaşmaya evrilerek 17 Aralık rüşvet operasyonu kavgasıyla yeryüzüne dönecekti.

İktidarın onbirinci yılında patlak veren kavgadan sonra akepe’nin varlığını “siyasal destekle” değil “operasyonel eylemle” sürdürdüğü gerçeği ortaya çıktı. Partinin parti, cemaatin cemaat olmadığı gerçeği bir çok insanı acıttı.

AMAÇ DEĞİL
İmam olanı başından beri boyundan büyük hedeflere kilitlenmiş durumda. Nerede ne söyleyeceğini, söylediğinin nereye gideceğini bilmeden siyaset yaptı:

“Ben Türkiyeli bir müslümanım. Müslümanlar şu anda önemli bir karar aşamasındalar. İslam havzası, bu kararın arifesindedir. (Tercüman, 9 Ocak 1995).

Bir yıl sonra hangi sulara yelken açacağını saklama gereğini duymadan iki cümlelik bir özeti oldu:

“Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Demokrasi amaç değil araçtır” (Milliyet,14 Temmuz 1996).
Gittiği yere kadar gitti, gittiği yerde kendisini bekleyen servetin büyüklüğüne dayanamadı.

Önce çocukluk rüyalarında Rusça sayıklayan, gençliğinde cami şerefesinde parende atan, yaşlılığında okyanusun ötesine sığınan vaizin desteğiyle ülkesini pazarlamaya razı oldu. Sonra daha partisi kurulmadan, henüz vekil seçilmeden dost ve müttefikleri Amerika’nın sevgisini kazandı. 17-21 Nisan 1995, 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, 26 Mart 1998, 16 Temmuz 2000, 4 Temmuz 2001 tarihli görüşmelerden sonra 116 günde şıpın işi iktidardaydı. Ne verilip ne alındığını bugünkü Türkiye’ye bakınca anlamak kolay.

AYKIRI OLAN
Vaiz ile imamı dengeleyecek üçüncü kişinin tahsili terbiyesi yerinde biri olduğu belliydi:

CIA Başkanı John Deutch’e “yönetime gelecek olurlarsa Amerika’nın çıkarlarına aykırı davranmayacakları doğrultusunda güvence vermişti (Hürriyet, 12 Ağustos 1995).

Ona göre Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslam’a aykırı olan da olmayan da vardı:

“Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Düzen Türkiye’de İslam’ı camiin içine hapsetti. Biz İslam’ı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz” (Milliyet,10 Aralık 1995).

Ülkenin en önemli koltuğundan vaiz ile imam kavgasını izliyordu.

“Dünyanın dört bir tarafına dağılmış ve Allah’ın inayeti, Zât-ı devletleriniz gibi kıymetli dostların himmet ve himayesiyle sürekli genişleyen hizmet hareketinin önünü kesmeye matuf gayretler olduğu aşikar hale geldi. Bu yakışıksız engelleme faaliyetlerinin hareketin genişlemesiyle eş zamanlı olarak arttığı görülmektedir. Süleyman Efendi’nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti’nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalmayacağı nasıl söylenebilir?” (22 Aralık 2013).

Tarih geriye dönüp bakmayanlar için “ne günlere kaldık ey gazi-i hünkar” dizesini anımsatacak kadar acımasız.