Lan oğlum Pierre

Yaşından kaynaklanan özgüvenle “diyelim ki gazeteci oldum” dedi. “Ne yazılır, nasıl yazılır ki bu ülkede” diye yurttan sesler havasına geçip öfkesini noktaladı. Gazetecilik tutkusuyla yanıp tutuşan yirmisinde pırıl bir gençten gelen soruya yanıtım elbette “her şey yazılır” oldu.Yalandan kim ölmüş. Alaycı bir vurguyla “her şey öyle mi?” diye üsteledi. Bir “elbette parantezi” daha açıp “tarikat, cemaat, şeriat, ticaret, siyaset, hırsızlık, arsızlık, soygun, vurgun her şey yazılmıyor mu? “ diye sordum.

“Korkulmasın yeter” dedim. “Yazıda, çizgide, fotoğrafta korkudan uzak durmakla başlar her şey” dedim. “Korku gerçeğin düşmanıdır” diyecektim, izin isteyip kalktı.

Ege’nin lacivertine saklanmış küçük bir kasabanın çay bahçesinde geçen bu konuşma, İstanbul’da aynı dertten muzdarip bir gazetecinin dokuz yıl önceki isyanını anımsattı.

BAŞLICA SİLAH
O gün İstinye’de Sadık’ın kıyı kahvesinde Pierre’i konuşmuştuk. Sadık da Pierre de altın kalplidir. Onları bilen bilir. Ama her nedense bizim gazeteci tayfası Pierre’i tanımaktan yana değildir. Pierre Lazereff’i tanıyan tanır. Hani şu “Fransa’da Basın Rezaletleri”ni yazan ünlü gazeteci. Paris-Soir Gazetesi’nin eski yayın müdürlerinden. Şimdikiler gibi emperyalizmin uşağı, hükümet taklacısı olmayan adam gibi gazeteci yani.

Korkmamış bundan tam yetmiş iki yıl önce oturmuş, 1942’de “Fransayı çökerten dördüncü kuvvet” kitabını yazmış. Kim ne derse desin ben korkusuz Pierre’i çok severim.

Bunaldığımda hep aynı düşü görür, kalkar Paris’e gider her seferinde bu kitabı niçin yazdığını sorarım:

“Senelerden beri Fransızlara yalan söylendi, halâ da söyleniyor. Aldatıldılar. Onları yanlış haber ve yanlış yorum mengenesine sıkıştırdılar”

Bir de mutlaka bir gazeteci olarak çok önemsediği “Aldatılan yurttaşlarına, aldatılan dünya halklarına olan borcundan” söz eder. Ve “Susmanın neden olacağı felaketleri önlemek için yazdım” der sonra:

“Fransa için dışarıdan yönetilen oyun ince ve şeytaniydi. Bu oyuna içeriden katılanların başında servetleri üzerine titreyen, iktidardan vazgeçemeyen yeteneksizler ve alçaklar vardı. Bu suikastçıların kullandıkları başlıca silah basın oldu.

Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüm mahkumu olur. Çünkü egemenliğini kullanamaz. O yıllarda Paris’in gündelik gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin benzetmesiyle ‘çok bayağı biçime’ satılmıştı. Geri kalanlarsa para kazanmak nedeniyle görevini yapamamıştı”

Birden “lan oğlum Pierre ben Fransa diyorum, sen Türkiye anlatıyorsun” diyen kendi sesimle uyanıyorum.

ÇALIYOR AMA
Bu düşten uyandıktan sonra ortaya çıkan karanlık her geçen gün biraz daha koyulaşıp tehlikeli bir körleşmeye döndü.

“Şeriat Anonim Şirketi” dedik. Alaylı bir gülümsemeyle dudak büküldü. Ticaret bu herkes alırdı, herkes satardı. Satılan belliydi ama alan da satan sorulmadı. Yıkım “Bal tutan parmağını yalardan” başladı. “Çalıyor ama çalışıyor” da noktalandı.

“Şeriatı Beklerken” dedik. Döneklerin, akillerin teşhisi paranoyaydı. Olmayanı varmış gibi görenler “paranoya değilsin, ama bu takip edilmiyorsun anlamına gelmez “ diye rahatlatıldı.

“ İslam Faşizmi” dedik. Jakobenlikle başlayan karalama, İttihat veTerakki yandaşlığına,Yeniçeri Ocağı hayranlığına, Ermeni kasaplığına, Kürt soykırımına dönüştürüldü.

“İslam İmparatorluğu” dedik, akepe iktidarı Eylül İmparatorluğu temelleri üzerinde yükselen Türkiye İslam Cumhuriyeti gerçeğini olağanüstü bir göz boyamayla sakladı. Türkiye ve dünya halkları başarılı bir psikolojik harekatla demokratikleşme yalanına inandırıldı.

Demokratikleşme yalanına bulaşan Hasan da, Cengiz de, Ertuğrul da, Aydın da, Ahmet de, Murat da, Mehmet de, Baskın da, Derya da, Adalet de, Ergun da, Nuray da, Perihan da, Oya da hiç kuşkusuz şimdi ülkenin geleceğini üç beş imamın tartışmalı ahlakına, olmayan vicdanına, kuşkulu inancına teslim etmenin ayıbını, yükünü kimbilir belki de utancını yaşıyor.