Hırsızlar ülkesi

Özgürce davranılsın, nasıl istenirse öyle değerlendirilsin.

İster ısmarlanan iç savaş siparişinde son aşama densin, ister mafya nöbet değişiminin son halkası. İsteyen “Finans kapitalin tam desteğindeki İslam sermayesinin, Arap ırkçılığıyla birlikte hareket eden en gerici, en ümmetçi, en şoven kesimlerinin Amerikan emperyalizminin güdümündeki açık ve terörist diktası” olarak” tanımlasın. Dileyen “Türk, Kürt, Arap, Laz ırkçılığıyla birlikte hareket eden, referansı İslam olan bir iktidarın küreselleşmenin elinde oyuncak olduğunu” savunsun. Son tahlilde fark eden bir şey yok.

Dileyen, Türkiye İslam Cumhuriyeti projesinin askıya alınması olarak anlar. İsteyen, Türkiye Federasyonu ilanı için son adım olarak algılar. Gelişmeler öteden beri bilinen ama asla ifade edilmeyen hep aynı adrese gidiyor. Soygun = İktidar paradigması.

Karşıtlık gibi görünen bu model suçlarken de, savunurken de soyanın ve soyduranın yanında oluyor hırsıza da arsıza da arka çıkıyor. Aklımızla alay etmeye kalkışan bu senaryo akıldışı bir karşıtlık üstüne kurgulanıyor. Söylemek istedikleri/ söyledikleri de komik.

Komedi “hocaefendi yaptıklarınla 76 milyona sen zarar verme yaptıklarımızla 76 milyona biz zarar verelim” ortak paydasıyla sergilenmek isteniyor.

SENARYO SAVUNMA ÜSTÜNE
En sonunda beklediği gün geldi. Mazlumun yanında olduğunu gösterme fırsatı doğdu. Aslında hem ona/onlara, hem buna/ bunlara karşıydı. Herkese haklısınız demekten sıkılmıştı. İmzayı attı. Sürüye katıldı. Artık onlardandı. Gazetede adını onların arasında görünce çok sevindi.

Bilim özgür, savunma kutsaldı. Hem sonra 17 Aralık kurbanı devlet ve siyaset adamlarını, onların başarılı evlatlarını savunacak ondan başka kimse yoktu. İşi gücü bıraktı. Çocuklar, babalar için düşünmeye başladı.

İki ilke belirledi. Hiç kimse hiçbir koşulda “çaldı ama çalıştı” tuzağına düşmemeliydi. Adalet dağıtmak için kürsüye çıkan hiç kimse, dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir rejiminde “çaldı ama çalıştı” arsızlığını savunma olarak kabul etmezdi. Savunma “sanık sıralarında hırsızlar ülkesinin çocukları değil, gerçekleşen büyük değişimin kurbanları oturuyor” diye başlamalıydı.

YOK MUYDU? VARDI...
Savunmanın kapsayacağı zaman dilimi de elbette önemliydi. Her şey elbette büyük belediye başkanının küçük oğlunun sünnet yatağına iliştirilen 29 kilo 139 gramcık altınla başlamadı.

Uzak öncede bu ülkenin İsviçre’den kara paracı Shacargo ile tonlarca altın işi bağlayan, yeraltının uyuşturucu ve silah kaçakçılarını yeryüzünde işadamı yapan başbakanı Turgut Özal’ı yok muydu? Zeynep’e düğün armağanı “Davulu Delen Jaguar”la başlayan, küçük oğlan Efe’ye, büyük oğlan Ahmet’e uzanan el çabukluğu vukuatları yok muydu? Vardı.

Yakın öncede bu ülkenin Alman yargıç Rolf Schwable’nin bir uyuşturucu kaçakçılığı davasında söz ettiği başbakanı Tansu Çiller yok muydu? (21 Ocak 1997) Vardı.

Ülkenin yolsuzluk geçmişinde yargılanan başbakanlar arasında Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan yok muydu? Vardı.

Şimdi bütün bu örnekler sıralandıktan sonra bir sünnet çocuğunun ederi 262 milyar 802 milyon 364 bin Türk lirası olan 29 kilo sünnet armağanından başlayıp ülkesine 28 milyar dolarlık altın gönderip Türkiye ahalisini kışta kıyamette aç açık bırakmayan genç bir işadamıyla uğraşmak ayıp olmuyor muydu?

DUYMUYOR MUSUNUZ?
Meclis’te bekleyen, Recep Tayyip Erdoğan, Mustafa Açıkalın, İdris Naim Şahin, Mikail Arslan’ın “Zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” savlarını içeren iki ayrı suç dosyası yok mu? Var.

O zaman bir bakana 28 kez, bir bakana 10 kez, bir bakana 3 kez rüşvet verildiğini yazmak/konuşmak doğru mu?

Zafer Çağlayan’a Mersin’de, Muammer Güler’e Mardin’de, Recep Tayyip Erdoğan’a her yerde “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye bağırıldığını duymuyor musunuz, görmüyor musunuz?

Yoksa siz Türkiye’yi bir hırsızlar ülkesi mi sanıyorsunuz?