AKP’yi kabullenmenin beş evresi

İsviçreli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un geliştirdiği kuramsal modele göre, ölümcül hastalığa yakalanan insanların tecrübe ettiği beş duygusal evre vardır. Zaman içinde psikiyatri dünyasını aşarak sayısız popüler kültürel ürüne konu olmuş (ve hatta biraz kabak tadı vermiş) bu modelde, söz konusu evreler sırasıyla inkâr, öfke, pazarlık, bunalım ve kabullenme olarak adlandırılır. “Kederin Beş Evresi” terimiyle yaygınlaşan bu çerçeve, daha sonraları üzüntü tecrübe eden farklı grupların tepkilerini açıklamak için de kullanılmıştır.

En baştaki inkâr evresinde, hasta gerçeklikle arasına bir duvar örer, durumun ciddiyetini görmezden gelir. “Yok canım, böyle bir şey benim başıma gelmiş olamaz” deyip olayı hafife alır. İkinci aşamada, reddederek bir yere varamadığını anlayan hastanın vaziyetle yüzleşmesi, kendini öfke ve veryansınla gösterir. Hasta kontrolsüz olarak kendini, etrafındakileri, ya da kaderi suçlamaya başlar. Zaman içinde kızgınlık fayda etmeyince, hasta bir şekilde kaçınılmaz sonu değiştirebileceğini umarak çeşitli kişi ya da mercilerle pazarlık girişimlerine başlar. “Allah’ım şu hastalıktan bir kurtulayım, koç kesip fakir fukaraya dağıtacağım” gibi deyişler bu evreye özgüdür.

Pazarlık sonuç vermeyince ise, “artık ne yapsam fayda etmiyor, yaşamanın ne anlamı var” deyip hayata küsmek bir sonraki adımı oluşturur. Hasta bu bunalım aşamasında içine kapanır  ve hayattan elini eteğini çeker. En son olarak da kabullenme gelir. Hasta gerçeği sakin biçimde benimser. Öfkeli ya da üzgün değildir. İçinde bulunduğu durumu olduğu gibi özümser ve buna göre davranmaya çalışır. Kübler-Ross’un 1969 tarihli Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabı, bu beş evrenin ayrıntılı bir çözümlemesini sunar.

AKP ve 'Keder'
2002’den beri kendini AKP hükümetine en geniş anlamıyla “soldan muhalif” olarak tanımlayan kesimlerin yıllar içinde geliştirdiği tepkileri de Kübler-Ross modeliyle birlikte düşünemez miyiz? Diğer bir deyişle, geçtiğimiz on üç sene içinde Birinci Cumhuriyet’in ve laikliğin ölümüne şahit olurken yaşanılan “kederin evrelerini” belki bu model ile kavramsallaştırabiliriz.

1) Her şey 2002 seçimleri ve sonrasındaki inkâr ile başladı. Bir kere AKP asla yüzde 30’u geçemezdi. Geçse bile Erdoğan, bırakın başbakanı, “muhtar bile olamazdı”. Olsa bile bunun Yargıtay’ı vardı, Danıştay’ı vardı. Zaten en başta ordu izin vermezdi. Hele bir de AB’ye girmiyor muyduk? Üstelik 2005’te AİHM türban kararını vermemiş miydi? Demek ki korkacak bir şey yoktu.

2) “AB’ye giriyoruz” sarhoşluğu 2006 civarında yerini akşamdan kalma bir baş ağrısına bırakınca, kayıtsızlık da yerini öfkeye bırakmaya başladı. Yaklaşan Genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yarattığı “ya gitmezlerse” korkusu, Danıştay baskını ile “tehlikenin farkında mısınız?” çıkışına dönüştü. “biz kaç kişiyiz?”, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganlarının başı çektiği 2007 Cumhuriyet Mitingleri işte bu öfkenin en belirgin yansımasıydı.

3) AKP’nin 2007 seçim zaferi, Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, ve 2008’de kapatma davasının başarısızlıkla sonuçlanması ile pazarlık aşamasının ilk emareleri belirmeye başladı. Baykal’ın o dönemlerdeki “çarşaf” ve “Kuran kursu” açılımı bu minvaldeydi; ancak esas fiyat kırma Kılıçdaroğlu ile birlikte geldi. “Laiklik tehlikededir diyemem”, “cemaatinin siyasete karıştığına dair elimizde veri yok” açılımları yeni bir dönemi işaret ediyordu: İkinci Cumhuriyet kaçınılmazsa, biz de kendimizi İkinci Cumhuriyet’e göre uyarlamalı, pazarlık etmeliydik.

4) Uzlaşma girişimlerinin bunalım aşamasına kapı aralaması uzun sürmedi. 2010 Referandumu ve 2011 Genel seçimleri ile AKP’nin devleti tekelleştirmesi; hız verilen Ergenekon/Balyoz/KCK operasyonlarının izdüşümüyle toplumun zapturapt altına alınması ile eş zamanlı ilerliyordu. Bu yenilgilerin yarattığı depresyonu körükleyen bir diğer etken de, hem iç hem dış siyasette yürütülen ayarsız bir İslamlaşma/Osmanlılaşma hezeyanının nefes almayı her geçen gün zorlaştırmasıydı.

5) 2013 Haziran’ında ise kabullenme geldi. Ancak kabullenilen AKP’nin yarattığı “Yeni Osmanlı” garabet değildi elbet. Bilakis, Gezi şu iki ilkeyi kabullendi: Birincisi, bizim bildiğimiz anlamıyla Cumhuriyet artık bitmişti. Mesele artık eskiyi geri getirmeye uğraşmak değil; geçmişten aldığımız ilerici birikimle yeni bir yaşamın, düzenin hayalini kurmaktı. İkincisi, bu hayali gerçekleştirmek için kendimizden başka güvenebileceğimiz kişi ya da kuruluş yoktu. Sürekli görevi başkasına devretmek bizi buralara getirmemiş miydi zaten? Dolayısıyla taşın altına elimizi koymamız gerektiğini kabullendik Gezi’de.

Çöküşün Beş Evresi
Gezi, Kübler-Ross modelinin sarmalını kırdığı, dolayısıyla ölüme giden yoldan bizi döndürdüğü için çok önemli bir dönüm noktasıdır. Zira Gezi’yle başlayan süreç ile artık AKP için iktidardan düşüşün “beş aşamasından” söz edebiliriz. AKP’nin Haziran 2013’ten beri geçirdiği dönüşüm bu yönde sayısız veri sunuyor:

1) AKP’nin Gezi’ye ilk tepkisi inkâr oldu. Hayır, Erdoğan’ınkinden başka bir Türkiye vizyonu olamazdı. Zaten bunlar bir avuç çapulcu değil miydi? O zaman kesin Faiz Lobisi, Christiane Amanpour, Lufthansa, CE-HA-PE, MOSSAD, Otpor ve Mehmet Ali Alabora bir araya gelip bizim kuyumuzu kazmaya çalışmıştı. Ama ne derlerse desinler Topçu Kışlası yapılacaktı.

2) İnkâr ile iç içe geçmiş ve onunla eş zamanlı olarak öfke geldi: “yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” ve “camide içki içtiler” ile başlayan nefret kusması; Berkin’in annesinin yuhalatılması, Soma’da işçi ailelerine atılan dayak ve diğer sayısız çıkışla devam etti. AKP’nin işleyiş biçimi için artık olağan hâle gelmiş nefret söylemi örneklerini uzun uzadıya hatırlatmaya gerek yok.

3) Sonra pazarlık başladı. Haziran’da temelleri sarsılan iktidar bloğu 17 Aralık’ta çatlayınca, tutukluların salınması ve açılım başlıkları üzerinden ulusalcılar ve Kürt hareketine göz kırpıldı. Ardından yerel seçimler kazanılınca ve Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca “tamam” dendi, “artık kötü gidişi durdurduk”. Ancak Kübler-Ross’un bizlere hatırlattığı üzere pazarlık, gidişatı en iyi ihtimalle yavaşlatmaktan başka hiçbir işe yaramaz.

4) Bugün içinden geçtiğimiz dönemi ise AKP için bunalım olarak adlandırabiliriz. Gezi öncesindeki hegemonyasından eser kalmayan, hükümet ortağını yitirmiş, Ortadoğu’daki Osmanlı heveslerinin hepsi suya düşmüş, yalnızca tahakküme ve tek adamın kaprisine dayalı bir iktidarın bunalımı... Erdoğan’ın Kristof Kolomb çıkışı, ayarsız Osmanlı açılımları, Saray’daki Duşakabinoğulları temaşası gibi bir dizi trajikomik girişimi; sanıldığı gibi güç gösterisinin değil, söz konusu bunalımın dışavurumlarıdır. Zira bir olgunun içeriği ne kadar boşaltılırsa, dış görünüşünün o denli abartılı biçimlerde allanıp pullanması lazım gelir.

Peki ya son aşama? Bu bölümün tarihi henüz yazılmadı; yazılmayı bekliyor. Dolayısıyla bugün bütün mesele, ömrünü tamamlamış ancak zombi refleksleriyle ayakta durmaya devam eden iktidarı beşinci aşamaya, yani “kabullenme” aşamasına taşımaktır. Diğer bir deyişle birinin Altıncı His’teki Bruce Willis’e artık hayatta olmadığını söylemesi gerekiyor. Bunu yapmak için ise, kendi “kabullenme” sürecimizde öğrendiğimiz üzere, taşın altına elini koymak yine Haziran Direnişi’nde ortaya konan iradeye düşüyor.