War Games

Havada iki perende atttıktan sonra mevzilenip ateşe başlıyor. Ağır, uzun namlulu bir otomatik tüfekle karşıdan saldıran birini vuruyor. Aniden karşısında beliren iki kişiyi daha saf dışı bıraktıktan sonra tekrar ileri sıçrıyor. Bir duvarı aşarak aşağıdaki birinin tepesine biniyor. Elindeki komando hançerini adamın boynuna saplıyor… Vay canına! „Kahramanımız“ müthiş bir savaşçı. Fakat kim olduğu, kime karşı, hangi amaçla savaştığı, bunca insanı neden öldürdüğü belirsiz. Kanlı mücadele sürüp gidiyor. Olaylar öylesine hızla gelişiyor, bu arada o kadar çok insan ölüyor ki, öldürüleri saymak olanaksız. Bunu yan tarafta beliren numaratörden öğreniyoruz. O sayıyor ve öldürülen insan sayısına göre puan veriyor, o müthiş ve kahraman askerin silahlarını çoğaltması ve mükemmelleştirmesine izin çıkarıyor.

Bir sürü genç, sahil kasabasının güzel kumsalını, güneşi ve denizi bırakmış, yarı karanlık bir mahalde yanyana dizilmiş bilgisayarların başına geçmiş, iğrenç bir katliam yaparak „hoşça“ vakit geçiriyor. Bu arada, dijital ortamda da olsa, öldürmeye alışıyor; ne işe yarayacağını, kime hizmet edeceğini bilmeksizin, birbiri ardına insanları katletmenin zihinsel idmanını yapıyor… Ve savaş psikolojisine hazırlanıyor!

Sadece karanlık koridora dizilmiş bilgisayarlardaki oyunlar değil. Günlük medyanın, öldürülen –özür dilerim: „şehit“ olan- askerlerle ve onların öldürdüğünü iddia ettikleri Kürt gerillalarla –özür dilerim: „hain teröristler“le- dolu, gözü yaşlı fotoğraflarla süslü manşetleri. Gazete sayfalarının taşı toprağı bombalayan savaş uçaklarına övgü dolu karanlık köşeleri. Birbiri ardına cenaze törenleri. Halk arasında dolaştırılan söylentiler…  Bundan sonraki aşamanın ne olacağı belirsiz!

Ülke böylesi bir süreçte oraya buraya iteklenirken, bir takım aklı evvel politikacılar, köşe ukalâları, „silah ve politika birarada olmaz“ diye fetva veriyor. Aslında bile bile yalan söylüyorlar: Savaşın, politikanın silahlara da başvurarak devamı olduğunu bunlar bilmez mi? Politika bu; barışarak da olur, savaş çıkararak da. Hem kendi halkını, hem de düşman ilan ettiklerini savaşla tehdit ederek de…

Nitekim, kahraman ordumuz harekete geçti(!?) Dikkat edin! Dünyanın belli başlı en büyük ordularından birinden bahsediyorum! Yanlış anlaşılmasın; donanımı ve becerisiyle değil, sadece sayısal olarak. Çünkü bizde „vatan için feda edilecek“ evlât çoktur.  Üstelik ABD’den nişan falan almış liyâkat sahibi generallerimiz de var. Liyâkat deyince… Aslında ordu da, içindeki omzu kalabalık generaller de neye, kime liyakat gösterdiklerini defalarca gördük. Şimdi gitmekte olan, ordunun en tepesindekinin kimlere liyâkat gösterdiği apaçık ortadaydı: Emri altındaki onca yüksek rütbeli subay yıllarca demir parmaklıklar arkasında itip kakılırken kılı bile kıprdamadı. Ona gelene dek, 60-70-80’li yılların başında liyâkatlerini ispatlamadılar mı? Bunların çoğunun „dost ve müttefik“ ABD’ye de liyâkatleri tamdır. Kendilerinden “bizim çocuklar” diye bahsedilmesinden, subaylarının kafalarına çuval geçirilmesinden bile alınmazlar. Fakat liyâkatlerinin en temeli, kuşku götürmez biçimde sermaye düzeninedir.

Asıl konuma döneyim: Savaş dijital ortamın akrobasilerine benzemiyor. Kaldı ki, zaten çoktandır filmlerde gösterildiği gibi, insan insana „kahramanca” da olmuyor. İnsan-hayvan-bitki-börtü-böcek… Ne varsa toptan imha etme yeteneği olan silahlarla, askermiş, sivilmiş, çocukmuş, hamile kadınmış, ayırt etmeden herkesi öldürmek; kasaba ve kentleri harabeye çevirerek, tüm altyapıları yerle bir ederek, hayatta kalanların da yaşama olanaklarını yok etmek üzere sürdürülüyor. Kara birliklerinin görevi, geri kalanları katlederek, esir alarak, sindirerek ülkeyi işgal etmekten ibaret. Bu arada ne çok insan öldürürsen, o denli puan toplamıyorsun. Onun yerine kahramanlık madalyası veriyorlar.

Ancak bir sorun var: Önce insanları “gönüllü olarak” ölüme gidecek, „şevkle“ cana kıyacak, ölenlerin ana ve babalarını da “yavrum kurban olsun bu davaya” diyecek hale getirmek gerekiyor. Bunun için önce onlara bir dizi düşman belleteceksin; hem içerde, hem dışarda (şu anda olduğu gibi)… Bunlara karşı nefretin birikerek yükselmesini sağlamak için, halkın değişik kesimlerinin ortak tepkisini çekecek olayları hem içerden hem dışardan bir biri ardına sahneye koyacak, bunları kışkırtıcı yorumlar da ekleyerek yaygınlaştıracaksın (şu anda olduğu gibi)…  Böylece beslenmekte olan ırkçı/milliyetçi nefretin ve hıncın taşacak hale gelmesini sağlamak üzere, bir süre savaş tehtidini de kapıda bekleteceksin; hem içerde, hem dışarda (şu anda olduğu gibi)…

Ama bu arada toplumsal yaşamın tüm alanları hakim sınıflar çıkarına otoriterleştirilmiş... Sıkıyönetimler, yasak bölgeler ilan edilmekteymiş... İşçilerin çalışma koşulları hızla ağırlaştırılmaktaymış, işsizlerin sefaleti alabildiğine artmaktaymış...  Birilerinin para kasaları tırmandırılan silahlanma ve savaş kasalarına aktarılan paralarla daha da şişmekteymiş... Bunlara karşı mücadele etmeye kalkanlar da “vatan haini” olarak susturulmaktaymış...  Anlayın artık: Kapitalist sömürü düzeni ve savaş birbirlerinden ayrılmayan en yakın akrabalardır.

Hem silah hem politika olmaz olur mu? Alın size politikanın dik âlâsı. Ve işte şu anda! Bir yanda Tayyip ve şürekâsı, öte yanda PKK tamı tamına bununla politika yapıyor, kan ve kin üretiyorlar.

Savaşa karşı mıyım? Elbette evet!

İnsanlığın binlerce yıl boyunca olduğu gibi, hakimlerin, ezenlerin çıkarları uğruna savaşmaya devam etmesine karşıyım. Yoksullar kendi kanlarında boğuldular; reisler, büyücüler, şeyhler, feodal prensler, krallar, kardinaller, papalar, son olarak da sermaye sahipleri kazandılar. Emekçiler ve yoksullar bunların savaşları için artık tetikten parmaklarını çekmeli, kıllarını bile kıpırdatmamalıdırlar!

Savaşa karşı mıyım? Elbette hayır!

İşçi sınıfının, emekçi halkların kurtuluşu uğruna zorunlu olarak silaha sarılmak gerekiyorsa... Geçen yüzyılda çok kez olduğu gibi: Örneğin Sosyalist Ekim Devrimi’ni savunmak için Beyaz Ordu’ya karşı savaşıldığı gibi... Sosyalizmin anayurdundan, faşizmin işgali altındaki ülkelerden Nazi leri kovmak için çarpışıldığı gibi... Çin’de, Balkanlar’da, Asya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da, Anadolu’da olduğu gibi... Sömürgecilere, yabancı işgalcilere, emperyalist kuşatmaya karşı... Fakat, onların işbirlikçilerini, “kendi” sömürgenini de karşısına almak koşuluyla... Bu arada sakın ha sakın! ABD’ye, AB’ye, NATO’ya icazet bildirmeksizin; onlardan destek ve hakemlik talep etmeksizin; emperyalizmin oyunlarına alet olmayı politik çizgi haline getirmeksizin... Ve sosyalist sistemin ne yazık ki, artık var olmadığı günümüzün “tek kutuplu” dünyasında doğrudan sosyalizme yönelerek baş kaldırılıp, silaha sarılınacaksa...

O zaman beni de yazın!