Vakit Azalıyor!

Tümüyle militaristleşmiş bir toplum akıl almaz bir teknoloji refah seviyesi çok yüksek, ne iş yaptığı belli olmayan, bakımlı, ablak suratlı bir takım insanlar... ve yeraltında, kanalizasyon boşluklarında paçavralar içinde yaşayan, bir patates için birbirinin boğazını sıkan, lağım içinde fareleri kovalayan aç ve sefil bir yığın.

Bilim-kurgu mu? Öyle de denebilir. Günümüzde kapitalizmin girdiği aşamaya bilimsel olarak bakıldığında, şayet insanlık bir an önce sosyalist devrimi gerçekleştiremezse insanlığı bekleyen gelecektir bu! Hem de yüzyıllar değil, belki bu yüzyıl biterken!

Bilimsel dediysem, aslında kitaplar devirmek, bilim insanı olmak falan gerekmiyor. Gidilen tarafa gören gözlerle bir bakış atmak yetiyor. Bu yolun varacağı yerdir bu. Bu düzenin savunucularına dikkatle kulak kabartmak yetiyor. Yığınları büsbütün esarete ve sefalete götürenlerin ayak sesleridir duyacağınız.

Kapitalist sistem, yukarıda tarif ettiğim açları şimdiden programlıyor. Emperyalizmin kalelerini bir yana bırakın, Türkiye’de bile kümesi, tavuğu kalmamış köyler olduğundan haberimiz yok mu? Sadece sanayi değil, tarımın da akıl almaz şekilde tekellerin kontrolüne girdiğini bilmiyor muyuz? Dahası, giderek daha çok bitki, meyve, her türden yenebilecek tarım ürünlerinin tohumlarının bir yandan sadece bir kez ürün verecek şekilde maniple edildiğini, diğer yandan ha bire patent altına alındığını duymadık mı?

Önce portakallar geldi Vaşington pasaportuyla. Zaman içinde ne doğru dürüst Amasya elması kaldı ve Yarımca kirazı... Tütün, pamuk, üzüm, şeker pancarı... Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada ne kadar yerel özelliği olan tarım ürünü varsa, giderek mono-kültüre kurban edildi, ediliyor. Soya ve mısırdan başlayan bu müdahale süs çiçeklerine dek uzandı. ABD’de dokunulmamış bir tek patates kalmıştı, onun da sonunu getirdiler.

Amaç, tüm dünya tarım ve hayvancılık ürünlerini ve gıda endüstrisinin tümünü uluslararası tekellerin kontrolü altına almaktır.

Daha dün gibi. Duyduk ki, danalar birden delirmiş. İngiltere’den başlayarak Avrupa’da ne kadar büyük baş hayvan varsa neredeyse tümü katledildi. Nasıl olduysa, ardından tüm Avrupa’da büyük baş hayvancılık sadece ve sadece mega çiftliklerde toplandı. Bugün Orta Avrupa’da yirmi baş hayvanı olan bir çiftlik bulursanız, orayı müze yapalım. Şimdi uluslararası sermayenin dev market zincirleri bir Fransız firmasına et ısmarlıyor Fransız firması sadece aracı olduğu için siparişi Güney Kıbrıs’ta bir başka firmaya aktarıyor. Güney Kıbrıs’ta öylesine siparişi gerçekleştirecek hayvancılık ne gezer? O da Doğu Avrupa ülkelerine koşuyor. Sonuçta tonlarca et, soğutuculu kamyonlarla salam sucuk falan olmak üzere bir fabrikaya getirilip yığılıyor. Derken bir kurum, bu etlerin içinde at eti olduğunu keşfediyor. Haydi bütün ürün çöpe! Bu arada, orta büyüklükte iki sucuk firması daha iflas ediyor. Ardından aynı süreç yeniden başlıyor. (İşte kırmızı etin öyküsü.)

Deliren danalardan sonra birden bire tavuklar da gribe yakalandı. Hemen toplu katliamlar başladı. Özel tavuk krematoryumları kuruldu. Bu soykırımından hemen sonra 300-500 tavuklu kümes kalmadı. Şimdi tavukçuluk on binlerce tavuğun, yerinden bile kalkamayacak kadar yanyana sıkıştırıldığı, hormonlarla ve her türlü kimyasalla pompalanıp, bazıları tüysüz ve kanatsız, sadece butları gelişmiş hilkat garibeleri olarak 20 günde kesilecek hale getirildiği sitelerde birikti. Bu sitelerin kimi de Avrupa Birliği’nin yeni fetih alanına giren Doğu Avrupa ülkelerine taşındı. (İşte, sağlıklı olduğu propaganda edilen beyaz etin öyküsü.)

Domates, patlıcan, biber... çocukluğumda ya köylünün kendisi ya da seyyar satıcılar, eşekleriyle, at arabalarıyla kente getirirler, melodik bir çığırışla bu ürünleri satarlardı. Bunlar Türkiye’de hâlâ var diye kimse beni yatıştırmaya kalkmasın. Güney sahillerine doğru inenler, oralardaki “örtü altı” bostancılığı, fideciliği, binlerce metrekareye kurulmuş seraları görürler. Bu gidişin sonunu hayal etmeye çalışalım. Duymayan kaldıysa bir kez daha söyleyeyim: örneğin Hollanda domatesi artık ne toprak, ne güneş görüyor üst üste kitap gibi raflarda, sapları incecik tüpler içinde yetiştiriliyor boyları giderek bodurlaştırılan ucube bitkimsi şeyler, içinde acı su olan, kırmızı kabuklu yusyuvarlak meyveler veriyor. Bunların da fidelerinin, teknolojilerinin falan teker teker patentli olduğunu not etmeden geçmeyeyim!

Abluka çok yönlü. Her yıl on milyonlarca köy yoksulu açlığa mahkum edildiği için kent varoşlarına göçmek zorunda kalıyor Böylece kır yoksulları azalırken, kent yoksullarının sayısı patlamalarla büyüyor. Ya küçük ve orta büyüklükteki tarım ve hayvancılık? Onlara yaşam hakkı var mı? En ilginç örneklerden biri, sözde küçük çaplı işletmeleri destekleme demagojisiyle dünyaya salınan “bio” saldırısıdır. Böylece, önce sıradan çiftliklerin ürünleri itibarsızlaştırıldı. Dünya çapında, orta tabakalardan yarım bilgi sahibi, moda sevdalısı, özentili bir pazar oluşturuldu. Şimdi “bio” ürünler küçük ve orta sermayenin asla yerine getiremeyeceği kurallara bağlanıyor. (İşte, bol bol yememiz önerilen sebze, meyve, soya yağı vb. sözümona daha sağlıklı olduğu iddiasıyla, üstelik çok daha pahalı fiyatlara satın aldığımız “bio” ürünlerin öyküsü.)

Birinin “Öyleyse biz de üç dört arkadaş bir sandalla çapariye çıkar, balık yeriz!” gibi bir şey mırıldandığını duyar gibiyim. Üç dört arkadaş bir teknede? Buna “olta balıkçılığı ehliyeti” gerekmiyor mu? Yaşamın tüm alanlarını kontrol altına alan sermayenin denizleri ve balıkçılığı boş bırakacağı beklenebilir mi? Tabii bu arada tüm denizler, okyanuslar ve balıkçılık da çoktan tekellerin, uluslararası sermeyenin talan alanı haline geldi. Denizciliğiyle meşhur ülkelere, oralardaki balıkçı limanlarına bir göz atalım. 16 metrelik teknesinde, ağlarıyla, paraketesiyle falan denize açılıp, üç beş tayfasını da doyuran balıkçı kaç tane kalmış? Bazı balıkçı limanları çoktan ya kapandı, ya da yat limanına dönüştü. Balıkçılığı, içi fabrikaya dönüşmüş şileplerle yapılmaya dönüşmesinden bu yana yıllar geçti.

O da yetmiyor, sahiller abluka altına alınıp, balık ve deniz ürünleri çiftlikleri kuruluyor. Piyasa, burada yetiştirilen “kümes balıkları” ile dolup taşıyor. Bunu kim yapabilir? Sahil köylerinde yaşayan kır yoksulları mı? Yoksa, halkın malı olan sahillere, zaten kendi hizmetinde olan devletin izniyle el koyan büyük sermaye mi? (Vücudumuza bol bol Omega-bilmem kaç pompalamamız için önerilen balıkların öyküsü de budur!)

Konuya girmişken, dünyadaki tüm tarım alanlarının salt insanların beslenmesi amacıyla kullanılmadığını da hatırlayalım. Bir araştırma enstitüsü nebati yağdan yakıt elde edileceğini keşfetmiş. Sadece petrol, kömür, boraks falan, dünyada enerji sektörünü ve boşluk bırakmaksızın bütün enerji kaynaklarını ele geçirmeye soyunmuş olan sermaye Afrika’da, Güney Amerika’da ölçülemez toprakları yok bahasına satın aldı ya da çok uzun süreler için kiraladı. Ya yeni tarım alanları açtı, ya da -ve bu çok daha kötüsüdür- olanlara el koydu. Sonuç? Buralarda küçük ve orta köylü, rençper falan kalmadı. Tarım ürünlerinin fiyatları en az yüzde yüz arttı zaten yarı aç, yarı tok yaşayan yoksul halk büsbütün açlıkla karşı karşıya kaldı. (Bu da, yakın gelecekte otomobilimize koyacağımız yakıtın öyküsüdür.)

Kısacası, insan evladının uluslararası sermayenin ve ona bağlı tekellerin kontrolü dışındaki tüm beslenme olanakları ortadan kaldırılıyor!

Şimdi soralım bakalım önümüze çıkan ilk köylüye, yıllardan beri ektiği buğdaydan kaldırdığı hasadın bir kısmını tohumluk olarak ayırıp, ertesi yıl tekrar kullanabiliyor mu? Soralım bakalım bostan sahibine, örneğin bazı domates, biber çeşitlerinden kendisi fide üretebiliyor mu? Aptal ve bilgisiz olduğundan mı? Yoksa, eline verilen tohumluk ve fideler sadece bir kez doğru dürüst ürün verdiğinden mi?

Soralım bakalım Anadolu ve Ege’deki birçok küçük toprak sahibine, neden toprağını ekmiyor, neden hayvan yetiştirmiyor? “Toprağı ekme, devletten para al, daha kârlısın!” Tufeyli olduğu için mi? Tembellikten mi dersiniz? Yoksa, devlet destekli büyük sermayenin çiftlikleriyle rekabet edemediği, onca uğraştan sonra elinde avucunda hiçbir şey kalmadığından mı?

Nasıl kalsın ki?

Bir iki karış toprağı da olsa...
tohumu, gübresi, ilacı tekellerin elindeyken...
aletinin, makinesinin üretimi, fiyatlaması, satışı tekellerin elindeyken...
gerek üretim sürecinde, gerekse taşımacılıkta gereksindiği yakıt uluslararası tekellerin elindeyken...
ürününü işleyecek fabrikalar tekellerin elindeyken...
bu ürünlerini pazarlayacak, tüketiciye sunacak firmalar büyük sermayenin elindeyken...
dahası, tepesindeki devlet büyük sermayenin hizmetindeyken...
hükümetler bu süreçlere sadece tekellerin gerçekleştirebileceği kurallarla, ağır vergilerle vb. müdahale ederken...
bütün bunlar artık ülke sınırlarını da aşıp, “global” çapta kontrol altına alınırken...
nasıl ve ne kalacakmış küçük üreticinin elinde?

Bu saydıklarım, sadece tarım ve gıda endüstrisiyle ilgili birkaç yüzeysel değinmeydi. Aslında bir şeye işaret etmek istedim: Sermayenin global çapta tüm dünyayı yeni baştan kolonileştirme planlarıyla başlattığı neo-liberalizm denen büyük saldırı işte böyle işliyor. Sadece tarım, hayvancılık ve gıda sektöründe değil, üretim ve hizmette, yaşamımızı kuşatan istisnasız tüm alanlarda.

Ve şimdi biz, emperyalizmin taşeronlarının kaç çocuk yapacağımıza karışmasına kızıyoruz. Buna kızıyoruz da, bu yağmacıların geleceğe nasıl bir dünya hazırlamaya çalıştıklarına değinmeyi çoğunlukla unutuyoruz. Çoğunluk ne yazık ki, bunu aklına bile getirmiyor.

Sorun üç çocuktan çok, ama çok daha derindir. Asıl sorun, bu çocuklara nasıl bir dünya hazırlanmakta olduğudur!

Ve artık elimizi çabuk tutup bu kapitalist düzene son vermezsek...
bu talana son verecek sosyalist sistemi gerçekleştiremezsek...
ister bir tane yapalım, ister üç tane...

yeraltında ve lağım boşluklarında yaşam savaşı vermek zorunda kalacak olan çocuklarımız ve torunlarımız bizi lânetle anacak!