Sülün Osman(lar)

Bir zamanlar bir Sülün Osman vardı. Anlatırlardı. 50’li yıllarda önüne geleni dolandırırmış. Bir köşede durup, beklermiş. Gözler fırıl fırıl... Saf birini kestirdi mi bitti! O sırada çevrede gözüne takılan ne varsa satarmış. Sirkeci Meydanı’ndaki saati mi istersiniz, Dolmabahçe’ye palamar atmış yolcu gemisini mi, yoksa Galata Kulesi’ni mi... Hatta köprüyü bile sattığını söylerler. Evet, anlatıp kahkahalarla gülerlerdi. Sülün Osman’ın zekasına hayranlık uyandıran, ona kananların saflığını alaya alan, belki de yarısı uydurma öyküler dolaşır dururdu ortalıkta. Ben hiçbir zaman bu öykülere gülemedim. Aksine, her seferinde, ona kanıp parasını yitiren insanlara karşı içimden yükselen acıma duygusuyla oradan uzaklaşmışımdır. Dolandırıcı Osman’ın zekasına da hiçbir zaman hayranlık duymadım. Aksine her seferinde sadece ona karşı değil, onun öykülerini anlatıp gülenlere karşı duyduğum kızgınlık ve aşağılama hissi hala içimde durur.

Herhalde son yıllarda, karşısındaki insanın saflığından yararlanarak, var olmayan bir şeyleri satan Sülün’ün ikide bir gözümün önünde canlanması boşuna değil. Her gün medyayı kuşatan haberlerin çoğunda, köşe yazılarında, kimi politikacıların her konudaki söylemlerinde, hâttâ ıvır zıvır dizilerde Sülün Osman’ı anımsatan bir şeyler saklı sanki. Sadece ülkem değil, tüm dünya “Sülün”lerle dolu. Ve biraz dikkatli bakan, iyi dinlemesini bilen ve görüp duyduklarını doğru çalışan bir beyinde birleştirerek irdelemeyi başaran herkesin bunları görmesi hiç de zor olmasa gerek.

Sülün Osman olayına soğukkanlı bir bakış atınca, bu olayın iki unsurun biraraya gelmesi sayesinde gerçekleştiği görülebilir:

Birincisi, bu toplumda sayısı milyonlarla ölçülecek kadar çok bilgisiz ve saf insanın var olduğunu saptayan ve onları dolandırarak kendisine çıkar sağlayabileceğini keşfeden bir insan ortaya çıkmıştı.

İkincisi, bu insan, ahlaksal olarak çok fakirdi. Ama kavramları evirip, çevirerek belirli çağrışımlar yaratabilecek, insanların bilincini karartacak, böylece gerçekliği çarpıtabilecek dil ustalığının yanısıra, kurban seçtiklerini asla gerçekleşmeyecek vaatlerle kandırabilecek ikna gücü gibi yetenekler açısından oldukça zengindi.

Sülün Osman, dolandırdığı insanların cebindeki paraya göz dikiyordu. Şimdilerde dünya çapında toplumsal yaşamın tüm alanlarına yayılmış Sülün Osman gibilerin beklentileri tek tek insanları değil, milyonları birarada dolandırmak. Bunu en etkin biçimde yapabilmek için de iktidar sahibi olmak. Çağımızın sülünleri artık, Galata Köprüsü’nün başında beklemiyor. Dünya çapında operasyonlar yürütüyor. Bir yanda iktidarlara oynarken, bir yanda da alabildiğine ceplerini (cep yetmez kasalarını - kasa yetmez, uluslararası bankalardaki hesaplarını) doldurmaya bakıyorlar. Böylece ortaya çıkan helezonda sermayeyi iktidar olmak için, iktidarlarını da sermayelerini büyütmek için kullanıyorlar. (Dünyaya bakmadan önce kendi ülkemize de bakabiliriz.)

* * *

Geçenlerde, ortalıkta dolaşan bir habere tüm aile kahkahalarla güldük. Ardından evimizi hüzünlü bir suskunluk kapladı. Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından düzenlenen ''Teknoloji, Medeniyet ve Değerler'' konulu Düşünce Fırtınası toplantısında, uyanık birileri ''İslamî bisiklet'' üzerine bir fırtına yaratmış. Sözüm ona dekan, profesör vb. unvanlı bir dizi -bence aslında medrese imamı olmaya daha uygun- kafa da bu tartışmaya katılmış. Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü de, ''Allah'ın rızasını gözeterek ve insanlara faydalı olması öncelenerek üretilen bir bisiklet İslamî bisiklet olur'' demiş.

Tabii her dinin kendisine göre “helâl”leri ve “haram”ları var. Yahudi ve Müslümanlar içinse “helâl” usulde kesilmiş hayvanların etini yemek büyük önem taşıyor. Yüzyıllardır bu dinlere inanan insanlar “izinli” ve “yasak” olan etlere dikkat ediyorlardı. Ne var ki, bu “izinli” gıda meselesi şimdi pazardan pay kapmak için verilen kıyasıya bir kavganın ortasına oturdu. Büyük sermayenin gıda endüstrisini ve giderek tüm tarım ve hayvancılığı dünya çapında kontrolü altına alma mücadelesinde yeni bir pazarlama yöntemi olarak ortaya atıldı. Sihirli sözcük de “Helâl” (Avrupa dillerine de “halal” olarak girmiş). Dünya yüzüne yayılmış daha küçük çaplı uyanıklar da bir süredir kendi bulundukları ülkede-kentte-mahallede bu yeni üçkağıt yöntemiyle pay edinmeye çalışıyorlar.

Eh, dile kolay. Dünya yüzünde 1,6 milyar Müslüman yaşadığı biliniyor. Bunların önemli bir bölümü, çoğunlukta oldukları 46 ülkede toplanmış. Ama...

Savaşlar, içsavaşlar, darbeler, dikta rejimleri yanısıra kuraklık ve sefalet nedeniyle ülkelerinden kaçarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kalan insanların çoğunluğu Müslüman.

1945’de Avrupa’da toplam 600 bin Müslüman varken, bunların sayısı 2012’de 50 milyona çıkmış bulunuyor. Örneğin, İngiltere’deki Müslümanların sayısı Suriye’dekinden çokmuş. Bunların nüfusunun Fransa’da 8 milyon (kaçaklarla birlikte 10 milyona yakın) olduğu tahmin ediliyor. Federal Almanya’da 5 milyonu aşıyorlar. Hollanda, İsviçre falan... ABD’de de -istatistiklerde saklanmasına karşın- 10 milyonu aşkın Müslüman yaşadığı söyleniyor. Çin, Hindistan, Rusya Federasyonu gibi ülkeleri de sayarsak...

Bütün bu insanlar nereden alışveriş edecekler? Ne yiyecekler? Ne içecekler? Tabii “helâl” yiyecek maddelerini ve “helâl” içecekleri. Nitekim, ABD’den başlamak üzere Mac, Burger, Kentucky taifesinin bile bu pazara ağzı sulanmış vaziyette. Bunlar başta Müslüman ülkeler olmak üzere tüm dünyada “helâl” satışa başlayacaklar.

Fakat işte tam burada duralım! Açgözlü sermaye sadece dinsel usullere göre kesilmiş hayvanların etini, bunlardan üretilen gıda maddelerini ve birkaç çeşit içeceği satmakla yetinebilir mi? Bu insanlar başka hangi malları alacak ve tüketecekler? İşin yoksa düşün dur.

Burada söz konusu olan, yıllık cirosu yüz milyarlarca doları aşan bir pazar. Bu pazarın fetih programındaki reklam sloganı da sihirli “helâl” sözcüğü. “Helâl giyim”, “helâl kolonya”, “helâl sabun”, çocuklar için “helâl sakız” ve çeşitli abur cubur çoktan dünya pazarlarında olduğu gibi Türkiye’de de satış tezgahlarını doldurmaya başladı. Ve şimdi bunlar hızlarını alamadılar, “helâl bisiklet”e dek uzanıyorlar. Bir zamanlar “şeytan arabası” diye cahil insanları bisiklete binmekten alıkoyan yobazlar şimdi Mercedes’lerde, BMW’lerde, kalın Jeep’lerde dolaşıyorlar. Gariban takımına da “helâl bisiklet” satmaya hazırlanıyorlar. Sırada daha ne var bilinmez.

Kimlerin, kimlerden icazet alarak kurduğu belirsiz bir takım dernekler ve uyduruk enstitülerin “kalite damgası” ile bezenmiş ürünler pazarları, marketleri, AVM’leri doldurmaya başladı. Anlaşılan bunlar, sadece cahillerin, aklı kıtların inanacağı bu sloganla, pazarı nalıncı keseri gibi kendi yandaşlarına yontmak için yola çıkmışlar. Geçenlerde bu uyduruk derneklerden birinin sözcüsü, dağıttıkları kalite damgasındaki hassasiyetleri konusunda en ikna edici iddiasını ortaya koydu: “Yanlış bir şey yaparsak, Ahret’te cezasını çekeriz!” Böylesi güçlü bir argümana ne denir ki?

Karşıtlarının domuz bağıyla bağlanarak, işkenceyle katledilmesine “helâl” diye fetva verenler... “Helâl” diye toplu olarak esirlerin üstüne benzin döküp yaktıranlar... Sığ akıllarıyla çıkardıkları ceza yasalarıyla “haram” olan eylemleri el, kol, kafaları kılıçla vurdurarak cezalandırmayı “helâl” ilan edenler... Bütün bunlar dururken, malını satmak için yeni bir pazarlama yöntemi bulanlarla ne diye uğraşıyorum ki?

Ama yine de..

Önüm, arkam, sağım, solum... Sülünler! Bazılarından saklansanız da, herkesten saklanamazsınız... Sobe!