Satılık

İçinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemde milyarlarca insan sürekli olarak bir şeyleri satmak zorunda. Keyfinden değil, ticaret meraklısı olduğu için hiç değil. Sadece yaşamını sürdürebilmek için (Tabii rant elde ederek yaşayan tufeyliler var, ama onlar bu yazımın konusuna girmiyorlar).

Satıyoruz... Kimimiz işgücümüzü satıyoruz belli bir saat ücreti ya da maaş karşılığında. Özel bir uzmanlığımız olsa da, olmasa da, çeşitli alanlarda edindiğimiz bilgi ve deneylere göre belli bir üretim zincirinin ya da hizmet sektörünün bir halkasında, süreçlerin bir aşamasında yer alıyoruz. Bize gösterilen işi olanaklarımız elverdiğince iyi yapmaya çalışmakla yetiniyoruz. İşimiz bittiğinde de tulumumuzu, iş kıyafetlerimizi çıkarıyor, kravatımızı gevşetiyor ve evimize dönüyoruz. Artık yaptığımız iş, ürettiğimiz ya da sattığımız mal çoktan bizden kopup gitmiş, bize yabancılaşmıştır. Böyle olunca işimiz kolay.

Bu arada işi zor olan başkaları var. Zevklerini, hayallerini, düşüncelerini satanlar. Sanatçılar, yazarlar, düşünürler. Bunların ürünleri de satılıktır. Ressam resmini, yazar yazdıklarını, müzisyen icra ettiği müziği, profesör bilgisini satmak zorundadır. Ancak bu tür insanların evlerine dönüp, yorgunluk çıkarmaları olanaksızdır. Çünkü onların “malları” satıldıktan sonra, bir yandan kendi serüvenlerini yaşarlar okunur, seyredilir, elden ele, dilden dile dolaşırlar. Öte yandan, yaratıcılarının peşini asla bırakmazlar. Bir gün gelir, bir yerde tekrar çıkarlar karşısına.

Yıllar önce kağıda karalanmış bir not, bir kısa öykü, acemilik döneminde yazılmış bir roman... Minicik bir tuvale diziştirilmiş bir desen... Kayda geçmiş bir kısacık konser... Üniversite amfisinde verilmiş sıradan bir konferans... Felsefi sorunlar üzerine bir deneme... Örnekler uzayıp gider. Ya da bir mektup!

Bu tür insanlara dilimizde “aydın” denmesi anlamlıdır. Çoğunluğu doğru dürüst okul görmemiş, cehaletin karanlığına mahkum edilmiş bir halkın ışığa olan özleminin ifadesidir bu.

Nitekim insanlık, tüm tarihi boyunca ilerlemesini aydınlık kafalı, içinde yaşadığı çağı anlayan, onun karanlıklarını delecek ışıklar saçan insanlara borçlu.

Okuma bilse bile okuduğunu anlamakta zorlanan, yazı yazmayı öğrenmiş bile olsa, en basitinden bir bakkal hesabını alt alta yazmakta zorlanan insanlar ne yapsınlar ki? Köy öğretmenine dek, biraz okur-yazar sandıkları herkesten medet umuyorlar. Onda bir aydınlık arıyorlar. Böylece, cebinde bir diploma taşıyan, yazısına bir gazete sütunu, öyküsüne bir yayınevi bulmayı, ya da bir eğitim kurumunda kariyer yapmayı becermiş herkese çok önemli bir görev ve ağır bir sorumluluk yüklenmiş oluyor.

Bir ülkede aydınların sayısının çokluğu, kuşkusuz büyük bir şanstır. Böylece düşün ve sanat ortamının zenginleşmesi ülkenin tüm toplumsal alanlarına yansır, onları da zenginleştirir tüm toplumun da aydınlanmasına, iyiye ve güzele doğru gelişmesine önayak olur. Tabii “aydın” payesi verilenler aydınlatma sorumluluğuyla hareket ederlerse.

Aksi taktirde, o ülke büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalır. Çalıntılarla düzülmüş tezlerle profesör unvanı alanlar, yetersizliği bilindiği ve istenmediği halde tepeden atamayla rektör olanlarla doluşmaya başlar ortalık. Karanlık misyonlar yüklenerek gazete köşelerini dolduranları mı istersiniz, tarikat desteğiyle yazar sıfatı yüklenenleri mi? Kimlerle, ne pazarlıklar sonucu elde edildiği belirsiz ödül sahiplerini mi sorarsınız, ona buna pislik atarak ismini duyuranları mı?

Ülkenin düşünsel alanlarını “aydın” sıfatını hak edilmemiş bir madalya olarak göğsünde taşımaktan utanmayan bir sürü işgal etmeye başlar. Böylesi ortamlarda, biriktirdiği bilgiyi hem kendisini, hem toplumu aydınlatmak için kullananlarla, her türlü bilgiyi kafasında çöplüğe dönüştürenler birbirine karışmaya başlarlar. Kim gerçekten “aydın”dır ve çevresini aydınlatmaktadır kim çevresindeki ışığı boğmaktadır, ayırt edilmez hale gelir. Asıl hedefi, yığınları şaşkına çevirmek, büsbütün düşünemez, aydınlığı göremez hale getirmek ve bu mücadeleyi uzaktan ve çekinerek seyretmesini sağlamak olan bir sürü doluşur ortalığa.

Asıl tehlike de buradadır: Aydınlık karanlıkla mücadele ederken, milyonlarca insan da şaşkınlık içinde kalıp bu karmaşayı giderek daha da uzaklaşarak seyretmeye başlaması dahası, bu seyirden bıkıp, gözlerini hepten kapaması!

Aydınlanmış olmak ve çevresini aydınlatmak bir yana, “karanlığın prensleri”dir bunlar.

Çevrelerini aydınlatmak değil, karanlığı yoğunlaştırmaktır bunların asıl işlevi. Bu yoğun karanlık içinde ışıldayan ne varsa, vakit geçirmeksizin boz bulanık bir bulutla kaplayıp, görünmez hale getirmektir. Bunlar, çevrelerini aydınlatacak ve insanlığı insanca yaşayacakları bir düzene ilerletecek ne varsa, anında saldırı hedefi haline getiren, en ufak bir pırıltıyı bile boğan birer “düşünsel kara delik”tirler.

Tabii bunlar da sürekli satış yaparlar. Rüyalarından, hayallerinden fikirlerinden oluşturdukları “mallar”ı satarlar. Hem de bol miktarda ve çok iyi fiyatlara. Ne var ki, bunların rüyaları geniş emekçi yığınların karabasanıdır. Hayallerini sadece kişisel şöhret ve servetleri süslemektedir. Fikir diye ortaya attıkları da, bağlı oldukları çıkar çevrelerinin plan ve program ve hedeflerinden ibarettir.

Ah, tam da bu dönemde ne çok gereksinim var gerçek “aydın” kişiliklere! Ülkenin sürüklenmekte olduğu yönü fark edecek zihinleri bulandıran demagojileri, her türden yalanı açığa çıkaracak AKP karanlığını yırtacak aydınlık kafalara.

Heyhat! “Her yanım puşt zulası!”

Ortalık darmadağın olmuş. Hak edilmemiş “aydın” madalyası takanlar mı istersiniz, birilerinin reklam uzmanlarına tenekeden sahte “aydın” madalyası yaptırıp, bol keseden ona buna dağıttıkları mı?

Bunların piyasası haline gelmiş ülkemiz. Arz talep yasası burada da geçerli tabii. Yalnızca bir sorun var: Aydınlık talep edenlerin sayısı pek kalabalık, ama “mal”ı satın alabilecek paraya sahip olan azınlık belirliyor piyasayı. Ve “karanlığın prensleri”, onların talep ettiği her çeşitten “mal”ı alabildiğine üretip, bolcana satıyorlar. Bu tür “mallar”a para yatıranlar açmışlar kesenin ağzını, ha bire satın alıyorlar. Alıcılar da, satıcılar da pek memnun hallerinden. Birinciler arzuladıkları “mal”ları istedikleri anda bulabildiklerinden ve istedikleri gibi kullanabildiklerinden ikinciler de satıştan elde ettikleri servetten ve edindikleri şöhretten.

Ancak, satıcıların başarı sarhoşluğu içinde fark etmedikleri bir şey var:

Bu tür “mal”lar bırakmaz yazarının, çizerinin peşini. İster bir not, bir kısa öykü olsun, ister bir deneme, ya da bir mektup... Böylece çevrelerine yaydıkları karanlık, yavaş yavaş onları da kuşatır. Kendileri için çizdikleri kaçınılmaz kader bellidir. Bir gün kendi karanlıkları içinde boğulup giderler ve unutulurlar.

Biz şimdi onları kendi karanlıklarına terk edip, “kendi aydınlarımız”ı seçelim ve onlarla birlikte ışığa doğru yürümeyi sürdürelim.