Gerçeklik duygusunu yitirmeye karşı

Marks'ın „Kavrayışın Soyuttan Somuta Yükselişi Yasası“ndan yola çıkan Lenin, bize gerçekliğe sadık bir resim elde etmenin ancak somut durumun somut tahlili ve konunun mümkün olduğunca her yanından kavranması sonucu elde edilebileceğini öğretmişti. „Bir kez daha sendikalar, şimdiki durum ve Trotzki ve Buharin'in yanlışı üzerine„ başlıklı makalesinde şöyle diyordu: Bir şeyi gerçekten tanımak için, onun tüm yanları, tüm ilişkileri ve bağlantıları saptanmalı ve araştırılmalıdır.“ (W. I. Lenin, Almanca Toplu Eserler, Berlin 1961, C. 32, S. 85. -çeviri benden) İşçi sınıfı hareketinin bu büyük teorisyeni ve liderinin „her sorunun muhakkak içinde bulunduğu somut tarihsel koşullara oturtulması gerektiği“ni de ısrarla vurguladığı, kendisinin de her durumda bunu olmazsa olmaz bir koşul olarak uyguladığını, sosyalist literatürü kenarından köşesinden karıştırmış olan herkes bilir.

Gelelim konumuza: Son yıllarda beni giderek daha çok rahatsız eden üç nokta var:

Birincisi, aile içi ilişkilerden başlayarak toplumsal yaşamın her alanında zaman görece öylesine hızlandı ki, ona ayak uydurmaktan değil, onunla birlikte sürüklenmekten bahsedebiliriz. Burada kabaca trafikte yitirilen saatlerden falan değil, 24 saatlik zaman dilimine sıkıştırmak zorunda olduğumuz işlerin nicel olarak patlayışlarla çoğalarak zamanı kısaltmasından bahsediyorum.

İkincisi, teknolojinin 21. yüzyılda sunduğu olanaklar bize aynı anda o kadar çok bilgi bombardıman ediyor ki, bunları birbirinden ayırmak, seçtiğimiz bir ya da ikisini incelemek ve düşünmek için hiçbir zaman fırsat bulamıyoruz. Tam birine yoğunlaşayım derken, yüzlerce, binlerce başkası sökün ediyor. Her konuda doğruluğunu araştırma fırsatı bulamayacağımız binlerce bilgi çeşitlemesi önümüze yığılıveriyor.

Üçüncüsü, -ve bu salt Türkiye'ye has bir olgudur- sürekli olarak kimi zaman yapay olarak icat da edilerek toplumun geneline dayatılan gündemlerin ablukası altında tutuluyoruz. Bir bakıyoruz ki, bir konu bütün gazeteleri, televizyonları kaplayıvermiş. Tüm haberler, fotoğraflar, köşeleri tutmuş „akıldaneler“in yazıları ve yorumları, televizyon ekranlarından fışkırtılan söyleşiler hep aynı konu etrafında dönüyor. Sanki bu arada evren, dünya, zaman duruyor. o konudan başka herşey varlığını yitiriyor. (Örneğin, Çat'ta 1500 insan birden katledilmiyor bir başka ülkedeki bir fabrikada çıkan yangında 300 işçi kavrulup, ölmüyor. Oralara gelene kadar… Burnumuzun dibindeki bir fabrikada işçiler greve çıkmıyor, köylüler jandarmayla çatışmıyor…) Ve aynı konu günlerce, bazen haftalarca, bilgi kirliliği ortalığı çirkefe bulayana, insanlar gına getirene ve doğal olarak ilgisini yitirip, „yetti be!“ deyip, arkasını dönene dek sürüyor. Fakat arkaya dönmeye fırsat yok! Çünkü tam o sırada başımızdan aşağı başka bir konu dökülüyor.

Tabii bu arada özel yetkili mahkemeler, özel yetkili hakimler, özel yetkili savcılar, özel yetkili gazeteciler, özel yetkili profesörler ve rektörler ve bunların başında , özel yetkili bir başbakan…

Bunlara bir de ağır çalışma koşullarının yorgunluğunu, geçim sıkıntısının bezginliğini, her an işsiz kalma tehlikesinin telaşını, geleceğe güvensizliğin korkusunu, sürekli karşılaşılan ya da şahit olunan haksızlıklar karşısında kendini aciz hisssetmenin yılgınlığını, toplumu sarmış olan şiddeti ve daha bir sürü olumsuzluğun yarattığı duygu fırtınalarını da ekleyelim.

Bu koşullarda sıradan bir yurttaş ne yapabilir ki? Zaten yapılan da milyonlarca insanın böylece gerçeklik duygusunu kaybetmesi için yapılmıyor mu? Nitekim çoklarına baktıkça…

Arasına sıkıştıkları ağaçlar ve çalılardan başka herhangi bir şey görme olanağına sahip olmadıkları, balta girmemiş bir ormanda gibiler... Orman nerede başlar, ne yöne doğru uzanır, nerede biter? Böylesi durumda, insanlar ya tamamen yılgınlığa düşüyor ve yaşamın gerçeklerinden uzaklaşımaya çalışıyorlar, ya da çarenin bir yönde olacağına „inanmak istiyor“ ve ne bahasına olursa olsun, hep o yöne doğru ilerlemeye çabalıyorlar. Ya bu yön onları ormanın çok daha derinliklerine götürürse? İşin burası artık şansa kalmıştır…

Tabii başka bir olanak daha var: Bulunduğu yeri tüm yanlarıyla incelemek, elde edilecek verileri biraraya getirerek yön belirlemek. Ama bunu başarmak için örneğin, ağaçlardan birinin en tepesine kadar çıkıp etrafı tarassut etmek yaprakların baktığı yönden, mantarların eğimine dek birçok empirik veriyi de biraraya getirmek… Bütün bunlar için sadece müthiş bir enerji harcamanın yetmeyeceğini de bilerek… Ve heyecana, telaşa kapılmaksızın… Ve derinlemesine düşünerek…

Gerçeklik duygusunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olan yığınlara çıkış yolunu ancak bu işi başaranlar gösterebilecekler. Öyleyse…

Siyasal bilinç sahibi olduğu iddiasındaki solculardan ve tabii en başta komünistlerden bunu yapmalarını beklemek hakkımız olmalı! Bir de…

Arada bir Marks’tan, Lenin’den –Engels’i de unutmaksızın- iki satır okumalarını istemek…

(Bu yazıya Marks ve Lenin'le başlamaya karar verdim. Onların adını okuyunca, saçları diken diken olacak olanları düşündükçe dudaklarıma yayılan hınzır bir gülümsemeyle yazdım bu yazımı.)