Bir fotoğrafın düşündürdükleri

Bilgeler düşüncelerle, sıradan insanlar olaylarla, dar kafalılarsa insanlarla... Bilgelik iddiasında değilim ama, oldum olası insanlarla uğraşmayı sevmem. Ne var ki, önüm arkam, sağım solum, saklanmayan... Ne tarafa baksam aynı insan karşımda. Televizyon ekranlarından, gazetelerden bana bakıyor. Her seferinde gözlerimi başka tarafa çevirip, görmezden gelmeye çalışsam da faydası yok. Çünkü, bakmanın ötesinde yaşamımı ve benim gibi milyonlarca insanın yaşamını belirliyor. Söz konusu böyle biri olunca, tabii iş değişiyor. Böyle bir insanla ne denli uğraşılsa yine de az gelir.

Fotoğraflar demiştim. Pozlar belli. Ya, halkı karşısına almış, tepeden bakarak azarlıyor dudaklar büzülmüş, kaşlar çatık. Portrelerinde bana doğrulan bakışlarında hep aynı şeyleri okuyorum. ”Ne bakıyorsun ulan, tanımadın mı?” diyecek sanki. Gelip, geçene posta atıp, kavga arayan mahallenin külhanı gibi. Ya da -tabii bunlar enstantane fotoğrafları değil, stüdyoda çekilip, Photoshop’ta evrimden geçirilip, medyaya servis edilmiş olanlar- dik duruşlu, delikanlı, tatlı sert, gözlerinden derinden bir şefkat ışırcasına... Sanki, sağlığımdan endişe duyduğu için nezaketle önüme çıkacak “Sen hâlâ sigarayı bırakmadın mı bakiiim?” diyecek. Ya da birden duygulanıp, damla damla gözyaşları dökmeye başlayacak. Hiç belli olmaz, kendisine yapılan haksızlıklardan şikayet edip, “Abicim, bunlar hep bana haksızlık ediyorlar, en yakınlarım bile bana sahip çıkmıyor. Bari sen yardım et” gibi bir serzenişte de bulunabilir. Eh, hepimiz insanız bunlar da insanlık halleri...

Her neyse, geçen gün bir gazetenin baş sayfasından bana yönelen bakışlarını atlayıp geçtim. Konuşmasında neler dediğini okumak da içimden gelmedi. Yine ya birine posta atmıştır, birilerini azarlamıştır, ya da ileri geri büyük lâflar etmiştir diye düşünerek köşe yazılarına yöneldim.

Fakat bir tane yetmezmiş gibi, iç sayfada üç fotoğrafla daha karşılaşınca, dikkatimi çekti: Yakası açık bir gömlek, spor bir ceket... Bir an için Bil Clinton’un sempati turlarındaki kıyafetini çağrıştırdı. Eh danışmanları var, hem onu hem ailesini zevklerine uygun giydiren. Pahalı-ucuz, zevkli-zevksiz ne giyerse giysin. Bu konu ne beni ilgilendirir, ne de başkalarını.

Fotoğraflardan birinde belli ki, çevresindekilerden birini azarlıyor, bir diğer fotoğrafta da, bir bakanı önüne diz çöktürmüş talimat veriyor. Dedim ya, hep aynı terane. Etrafında pervane olanlar, ellerini göbeklerinin altında birleştirip, omuzlarını büzüp, öne doğru eğilenler, el öpenler, azarlananlar, diz çökenler düşünsün. Bu konu da ne beni, ne bu yazıyı okuyanları ilgilendirir.

Yine atlayacaktım ama, ilk anda ne olduğunu bilemediğim bir şey beni durdurdu. Bir kez daha bakınca, fark ettim ki, alttaki yazının başlığındaki “baba evi” kavramı zihnimi kurcalamış. Yazıyı kim yazdıysa, başlığı kim attıysa, sanki Goethe’lerin, Grimm kardeşlerin falan sık sık ziyaret ettikleri Brentano ailesinin Ren nehri boyundaki malikânesinden bahsediyor. Fotoğrafta da kocaman bir salon, birkaç oturma birimi, bir duvar boyunca da koltuklar sıralanmış - belki azarlanmak için sıra bekleyenler için düşünülmüş. Duvarlarda resimler asılı - yağlı boya tablolar özgün baskılar falan mı, yoksa ucuz röprodüksiyonlar mı, incelemedim. Bu “baba evi” acaba kaç yıldır böyle falan diye sormayı da gereksiz buldum. O yazıyı da okumadım. Danışmanları, dekoratörleri vardır. Estetik denen bir bilim dalının varlığına karşın, halk arasındaki “zevkler ve renkler tartışılmaz” zırvasına sığındım. Nerede oturursa otursun, evini hangi zevkle, nasıl döşerse döşesin bu konu da ne beni ilgilendirir, ne de başkalarını.

Ne var ki, hemen yandaki köşe yazısına doğru dönmeye çalışırken yine bir şey beni durdurdu: Fotoğraf belli ki aynı gün, haberi yapılan konuşmadan biraz önce çekilmiş. Çünkü üstünde aynı ceket, aynı gömlek. Efendim, “baba evinde” oturmuş, yapacağı konuşmaya hazırlanıyormuş. Belli ki, konuşmayı son anda eline vermişler. Bir kez gözden geçiriyor. Eh, onca konuşmayı kendi yazacak değil ya. Danışmanlar falan...

İşte burada durdum. Bu beni de başkalarını da yakından ilgilendiriyor.

Bu konuşmaları bir kez gözden geçirmek üzere son anda eline vermek yeter mi? Yetmez! Aslında ezberletmeli. Çünkü, İsrail’den bahsederken Yahudilere çatmak falan gibi, yazılı olmayan hemen her sözünün bir başka “sürç-ü lisân” olduğuna kimi zaman kelebek bıyıklı, yumuşak sesli bir başkasının, istemeden dudaklardan dökülmüş olan sözlere açıklık getirmek zorunda kaldığına bazen de aklı kıt bir başkasının açıklama yapayım derken işleri büsbütün berbat ettiğine tüm ülke yetişkinleri defalarca şahit oldu. Şahit olmak, ne yazık ki yetmiyor. Aslında bunun yorgunluk, dalgınlık, kültürel yetersizlik gibi sorunların çok daha ötesinde ve herkesin dikkatle izlemesi gereken bir konu olduğunu yalnız aklı başında olanlar anladı.

Konuşmaları yazan danışmanlar ne yapıyor? Eğilimlere bakıyorlar. Danışmanların da danışmanları var onlara danışıyorlar. Danıştıklarını düşünüp, taşınıyorlar. Biraz o güne, biraz geleceğe, biraz geçmişe değinerek biraz ağırbaşlı politikacı üslûbu, biraz ajitasyon katarak, lise düzeyinde de olsa “giriş-gelişme-sonuç” bir kompozisyon yazıyorlar. Burada her sözcük özellikle seçilmiş, ayrı ayrı tartılmıştır. Her kavram özel bir dikkatle kullanılmıştır. Tüm hedefler danışılan sınırların içinde tutulmuştur. Bunları okuyarak ve dinleyerek nelerin danışıldığını, nereden vurmaya hazırlandıklarını ülkenin sorunlarından kaçarak herkesin dikkatini ille de Mısır’a çekmeye çabaladıkları bugünlerdeki gibi, nerelerde kendilerini zayıf hissettiklerini kestirmek olası.

Peki, ya ağızdan “kaçanlar”? Yıllardır her seferinde irkiliyorum. Kuşkusuz, benimle birlikte milyonlarca insan da irkiliyor. Çünkü hepimiz biliyoruz ki,“dil sürçmesi” denen şey, dillenen bilinçaltıdır! Kişinin, o sırada ne derse desin, ne yaparsa yapsın, en derinde sakladığı düşünce ve duygularıdır. Olmadık bir anda, beklenmedik bir çağrışımla, olmadık bir kışkırtıyla dökülüverir insanın dudaklarından. Yalanı, oynanan rolün sahteliğini ele veriverir.

Tabii iş çok zor. Bunca karmaşık olaylar karşısında, her seferinde başka bir yüz göstermek kolay mı? Hem mazlum, hem zalim olacaksın hem sallandırmaktan bahsedecek, hem ölen birilerine gözyaşı dökeceksin. Hem ülkede milyonlarca işçi ailesini sefalete sürükleyen politikanın bayraktarı olacaksın, hem Afrika’nın bilmem hangi ülkesindeki aç mültecilere yardım eli uzatacaksın. Hem kadınlara kuluçka tavuk görevi biçen sert erkek olacaksın, hem de kadın haklarından falan bahsedeceksin. Hem “Biz genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinin eş başkanlarından biriyiz bu görevi yapıyoruz” diyeceksin hem de kimseler “Bu görevi kimden aldın? Kimmiş diğer eş başkanlar? Başınızda bir de başkan var mı?” gibi sorular sormasın diye, padişah havalarına gireceksin. Çelişkileri uzatıp durmanın gereği yok. Herkes biliyor.

Bunca değişik rol en başarılı aktör ve aktrisleri bile zorlar, kafalarını karıştırır, bunalıma girmelerine, yanlış yapmalarına, rollerinde çıkmalarına neden olur. Nitekim öyle oluyor, beklenmedik bir anda, olmadık bir laf sürçüp, dudaklardan dökülüveriyor. Aslında, “Kral çıplak!” diye bağıran saf çocuğa gerek yok. Kralın kendisi, kendisini ele veriyor.

Danışmanlar ve özellikle danışmanların danışmanları son zamanlarda ne düşünüyor merak etmeye başladım. Böylesi durumda rolü ve artisti değiştirmek zordur. Onun için danışmanların konuşmaları çok daha önceden verip, ezberletmesinde yarar olur mu acaba? Tabii, danışmanların danışmanları, yazılı olandan başka bir şey söyleme yasağı koyabilseler mesele kalmazdı, ama kralı zaptetmek zor. Her seferinde bir fırsatını bulup, çıplak olduğunu söyleyiveriyor. Şimdi belki son çare, çevresine toplanmış, diz çöken, el öpen, kendisini azarlatan, projelerden pay kapan ve kendileri de çıplak olan yığının, ısrarla kralın çıplak olmadığını savunmasına kaldı. Kral “çıplağım” dedikçe, onlar ortalığa dökülüp, halkı suçlayacaklar: “Kralımız samur kürkler içinde, kadife kaftanlara sarılı siz kör olduğunuz için göremiyorsunuz!”

Bu ülke halkı kendisini çıplakların yönetmesine bir gün son verecek.