Yalnız ve Güzel Ülkenin “çoğunluk”u

Başbakanın en sevdiği şeylerden biri, arkasındaki “millet” desteğini hatırlatmak. Bunu bazen övünmek, bazen aba altından sopa göstermek, ama daima güç ideolojisinin nimetlerinden faydalanmak için yapıyor.

Şu menhus ve meşum gazetenin referandum sonrası attığı manşeti de hatırlayanlar vardır:

“Halk yönetime el koydu”.

Yine başbakanın sevdiği şeylerden biridir, mesela Tekel eylemliliği sürecinde “milletin parasını Tekel işçisine yedirmem” gibi çıkışlar yapmak…

Millet ya da halk ya da başka ne deniyorsa, bir şekilde şu sağcı partileri destekleyen, referandumlarda Evren’e ya da Erdoğan’a destek veren bir “çoğunluk” var memlekette. O her dakika televizyonlarda boy gösteren liberal sosyologların, davranışlarını bir türlü açıklayamadığı hakkında gazeteciler arasında “göbeğini kaşıyan adam dedi, bu hakarettir”, “asıl bunu görmemek hakarettir” filan diye tartışmaların yürüdüğü bir çoğunluk var.

Sadece sağcılığı destekleyen bir kitleden bahsetmiyorum. Mesele uzun zamandır bunun çok ötesine geçti. Toplumsal çürüme, gericiliğin toplumsallaşması gibi kavramlaştırmalar, seçmen davranışından ziyade toplumsal fenomenleri dile getirmektedir ve bu yüzden değerlidir.

Kabına sığmayan, tanımlanamayan, bazen memleketin aydınlık geleceğinden neredeyse umudu kestirtecek duygulara gark eden bir çoğunluk… Emperyalizmin icraatlarına suskun kalıp bir anda linççi-milliyetçi kesiliveren, her tür ahlaksızlığı sineye çekip sütten çıkmış ak kaşıkla birbirinin gözünü oymaya çalışan, toplu tecavüzcü, internette çocuk pornosu seyredip basın açıklaması yapmaya çalışan beş kişiye yüz kişi olarak saldıran (örnekleri uzatıp midemizi kaldırmayalım) hasılı kelam asalaklaşmış, adalet duygusundan yoksun, zavallı, ürkek ve en kötüsü bu zavallılığın acısını kendi gibilerinden çıkarmaya çalışan milyonlarca insan... Kendi çirkinliğini gördükçe iyice urken ve saldırganlaşan, saldırganlaştıkça daha da çirkinleşen bir halk...

Bu, manzara.

Uzaktan bakınca, manzara böyle görünüyor. Analiz yapabilmek için biraz uzaktan bakmak genellikle yerindedir ama ‘genellik’le yetinmek, genellikle yanlış sonuçlara da vardırır. İnsanın sadece uzaktan bakarak gidebileceği yer umutsuzluktur, karamsarlıktır yalnızca.

Bu nedenle bazen yaklaşmak, yakınlaşmak gerekir. Yakınlaşmak gerekir ki, kimi, neyi, nasıl dönüştürebileceğimizi de anlayabilelim.

Daha yakından bakınca, karşımızda Stanislaw Lem’in (ve Tarkovski’nin) Solaris gezegeni gibi, canlı, kendi başına bir varlık olarak “halk” ya da “millet” diye bir olgu bulunmadığını fark ederiz.

Örgütsüz, dağınık, kendi başına kalmış ve bu kendi başınalığında var olmak için savaş veren bir insanlar topluluğu çıkar karşımıza: Maddi çıkarları, maddi konumu, maddi gereksinimleri yön verir bütün hayatlara. Piyasa denen süreç ve ilişkiler bütünü, herkesin hayatının tüm alanlarını belirler, iter, çeker, bir araya getirir, böler, parçalar, yukarı çıkarır, yere çalar, köşeye sıkıştırır, can alır…

İşte bu itilen, çekilen, köşeye sıkıştırılan, canı alınan yani hayat tarafından bir oraya bir buraya savrulan “çoğunluğu” anlatan bir film girdi gösterime 15 Ekim itibariyle.

Seren Yüce adlı bir genç yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan “çoğunluk”, işçi sınıfını ideolojik olarak kuşattığını söyleyegeldiğimiz orta sınıf üzerine etkileyici ve kaçırılmaması gereken bir film. (Geçtiğimiz eylül ayında 67. Venedik Film Festivali’nde Genç Aslan ödülünü kazanmıştı.)

47. Antalya Altın Portakal Film Festivali Kusturica gündemi ile geçti gitti ama biz bununla yetinmeyelim. Festivalde “en iyi film”, “en iyi yönetmen”, “en iyi erkek oyuncu” dallarında ödül alan “çoğunluk” adlı filmle, piyasa uğursuzluğunda gösterimden kalkmadan acilen ilgilenelim.

Şu televizyon reklâmlarında sinir bozucu kahkahalar atan Ağaoğlu İnşaat’ın sahibi gibi olmaya aday, henüz o aşamadan uzak ama semirmekte olan bir inşaat müteahhidinin aile reisi olduğu bir ailenin “askere gitme çağı gelmiş” küçük oğlunu merkeze koyan film, bugünün Türkiyesi’ne dönük “genelden özele” uzanan bir bakışla işlenmiş çarpıcı bir film.

Kasabadan köyden gına getirdiğimiz Türkiye sinemasında “kent”le hesaplaşabilmeyi, İstanbul’la başa çıkabilmeyi becerebilmiş bir film. Ne hazindir ki Recep İvedik’le gündeme gelen “Güngören” semtinden sonra, nihayet İstanbul’un (görece) yeni gelişen bölgelerine gözünü çevirmeye cesaret edebilen, Bahçelievler’den Kuştepe’ye, Bakırköy’den Gebze’ye uzanabilen bir film.

Cennet ve cehennemi, dehşeti ve sevgiyi, gündelik hayatın korkunçluğunu ve esprisini bir arada yakalamayı başarabilmiş bir film.

Erkek çocukların riyakârca şımartıldığı, Türk’ü ile Kürt’ü ile Laz’ı ile emekçilerin üzüm gibi ezildiği, sevgiyle sevgisizlik arasında gidip gelen ve sonunda sevgisizliğe mahkûm edilen ilişkilerin yaşandığı, uyuşturuculu alkollü, alış veriş merkezli, trafik kazalı, sahte evraklı - rüşvetli, temizlikçi kadınlı, ışıltılı camilerle saunaların, bencilliğin, ırkçılığın, çürümenin damga vurduğu, İstanbul gibi, hayat gibi bir film.

Şimdilik bu yazıyı keselim. Daha sonra yine çoğunluğumuz ve film üzerine konuşuruz nasıl olsa.

Ne yapıp edip, filmi izleme olanağı yaratmanızda fayda var. Maalesef film sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır ve Konya’da gösterime girmiş şimdilik. Yakında 900 (evet yanlış okumadınız, dokuz yüz) kopya ile gösterime girecek “New York’ta Beş Minare” filminin terörüne maruz kalmadan izleyin bir an önce.

Memleketin “çoğunluk”una bir de Seren Yüce’nin gözünden bakın. Memleketin “çoğunluk”unu elle tutulur, gözle görülür hale getiren başarılı oyunculuklarla sinemanın ne olduğunu hatırlamak için gidin “çoğunluk”a.

Neden bir an önce devrim yapmak zorunda olduğumuzu anlatmak istediğiniz dostlarınızla birlikte tabii…