Tarihten Güç Almak Tarihe Yön Vermek

soL portalda yazmak bir yandan çok kolay, diğer yandan zor.

Kimsenin emeğini azımsamak gibi bir noktada olduğum sanılmasın, ama öncelikle Kemal Okuyan, Aydemir Güler, Metin Çulhaoğlu’nun, Korkut hocanın güncel siyasal analizleri, siyasal çıkarımları, teorinin sınırlarını genişleten açılımları, en azından benim için “kolaylaştırıcı” oluyor. Memleket ve dünya gündeminin ve güncelliğin çözümlenmesi üzerine kat çıkmaya çalışmak, bir yandan temel kazarken bir yandan da kat çıkmaya çalışmak gibi bir imkânsızlıktan elbette ki daha kolay.

Ufkumuzu genişlettikleri için teşekkürü borç bilirim…

“Diğer yandan…” kısmına gelince:

soL’da yazmak zor, çünkü saydığım (ve saymadığım diğer) yazarların üretkenliği ve yazılarının niteliği, günlük gazetelerde sıkça rastladığımız ortalamacı eveleme gevelemelere burada yer bırakmıyor. Kendi adıma, kültür-sanat alanına dair ve kültür-sanat alanından konuşmaya çalışırken, yukarıda ifade ettiğim rahatlığın yanına, bir özel sorumluluk da bindiğini söylemeliyim: Siyasal çözümleme düzeyinin gerisine düşmemek ve fakat tekrarcılık ve tekdüzelikten de kaçınmak.

Kültür-sanat alanında kimi çok temel konu başlıkları var. Genelde bu başlıkların dışındaki (hatta bu başlıklardaki bile, demeli) üretkenliğimizin çok verimli ve heyecan verici olduğunu söylememiz şimdilik olanaklı değil, en azından ben öyle görüyorum. İstisnalar ve kaide meselesi malum…

Kaçınılmazlık, işin bir boyutu. Değerlerimize, tarihimize, kimliğimize sahip çıkmak durumundayız, hele de bu azgın ve elini attığını kurutan sermaye düzeni içinde mücadele ederken… Belirli bir birikimin, tarih bilincinin kurulabilmesinde güncelliğin evveliyatına giderek, isteyen tutunacak dal desin, ben süreklilik arayışı demeyi tercih ederim, “bugün”de daha sağlam basabilme gereksinimini karşılamak, önemli bir rol oynuyor.

Bir diğer boyut, geçmiş tartışmaların üzerine bastığı zeminin genişliği ve zenginliği… Marksizm’in “kısa yirminci yüzyıl”da kültür-sanat alanında damga vurduğu tartışmalar, ekoller, çatışmalar, taraflaşmalar ve elbette ki üretimler, kendilerini öyle bir dayatıyor ki, sanki bunları yalayıp yutmadan kültür-sanat alanında söz söylemek abes…

Marksizm’in kendi içinde de buna benzer tartışmaların yaşandığı bilinir. En sık rastlanılan, herhalde şu düşünme biçimidir: “Lenin’i anlamak için Marx’ı, Marx’ı anlamak için Hegel’i, Hegel’i anlamak için Kant’ı… okumak zorunludur” diye giden sonu gelmez zincir! (Erkin Özalp’in geçen haftaki soL dergisinde “Marx’a özür borcum” yazısındaki kimi vurgularına dikkat çekmek isterim!)

Böyledir, evet, okumak gerekir. Ve hayır, hiç de böyle değildir!

Belirli bir teorik kavrayışa ve çözümleme yöntemine sahip olmak “klasikler”siz olmaz bunu çokça yazdık ve söyledik. (Kolaylık demiştim ya hani!)

Ancak şunu da sıkça yazdık ve söyledik: Teorik kavrayış ve çözümleme yöntemi edinimi süreci “bugün” ile ilişkilidir, hatta “yarın” ile. “Bugün”ün önünüze koyduğu soruları ve sorunları kavrayabilmek ve aşabilmek için edinirsiniz bu birikimi, gevezelik etmek için değil.

Büyük Sovyet sinemacısı, yönetmen ve kuramcı Sergey Mihayloviç Ayzenştayn, bir dersinde Flaubert’den şu alıntıyı yapıyor:

“Yetenek, sabır ister.

İfade etmek istediğiniz her şey üzerinde o kadar uzun, o kadar kılı kırk yararak düşünmelisiniz ki, hiç kimsenin daha önce görüp ifade etmemiş olduğu bir tarafı yakalayabilesiniz. Her şeyin keşfedilmemiş bir yönü vardır gözümüzle gördüğümüz şeylerin yanı sıra, gördüğümüz her şeye dair bizden önce yaşayanların bilgileri ve izlenimlerinin algımızı daralttığını fazla dikkate almayız çünkü. Dolayısıyla, en küçük şeyde bile bilinmeyen bir taraf olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız bize düşen onu bulmaktır. Gürül gürül yanan bir ateşi, bir düzlükteki tek bir ağacı tasvir etmek için, onların başka örneklerine hiç benzemediklerine kanaat getirene kadar, o ateşle ya da o ağaçla yüz yüze duruma gelmek zorundayız.”

Ayzenştayn bu alıntıyı 1941 Eylülü’nün 18’inde verdiği bir derste yapıyor. Tarihi şunun için belirttim: Nazi ordusu 19 Eylül’de Kiev’i ele geçirecek kadar girmiştir Sovyetler Birliği’ne…

Dersin ana başlığı, daha doğrusu kapsamı, “Anayurt Savunması” esnasında ihtiyaç duyulan kısa film repertuarının oluşturulmasıdır. Sergey Mihayloviç, o müthiş entelektüel birikimi eşliğinde, bir Daumier’e, bir Tintoretto’ya, bir Mikelanj’a kah Amerikalı bir öykücüye, kah yukarıdaki gibi Flaubert’e, kah bir 16. yüzyıl İngiliz şairine, kah polisiye yazarı Leblanc’a referansla dersler vermektedir.

Ayzenştayn’ın ve VGIK’in, yani Devlet Sinematografi Enstitüsü’nün acil bir dertleri vardır: Nazi işgaline karşı verilen savaşımın insanlarına seslenebilmek!

Nâzım’dan üç yaş kadar büyük Sergey Mihayloviç.

Yani “19 yaşım” şiirinin Ayzenştayn için de neredeyse birebir geçerli olduğunu düşünebiliriz:

“(…)

oku
yaz
boz
bağır
çağır!
bütün kuvvetinle nefes al...
kafanda, kalbinde
etinde
iskeletinde ihtilal...”

Ve Ayzenştayn da, tıpkı Nâzım gibi, birikimini, yeni bir dünya kavgasına girerek, o kavgada sınayarak, o kavga içinde kendini geliştirmek zorunda hissederek ediniyor.

Gerçeklik sorularını soruyor, yanıtlar aranıyor, bulunan yanıtlarla yeni bir gerçeklik yaratılıyor, yeni sorular, yeni arayışları getiriyor.

Yazının başlarına dönecek olursam:

Kültür-sanat alanındaki “standardize olmuş” başlıklar dışına çıkma eğilimimizin güçsüzlüğünden bahsetmiştim.

İki hafta önceki yazımda da “acaba Nâzım kendi güncelliğinde nasıl yazmıştı” diye sormaya çalışmıştım: “İçinde yaşadığı gerçekliği neye göre, nasıl ayıkladı, gerçekliği nasıl parçalayıp, “fazlalıkları”, “gereksizleri”, önemsizleri” neye göre ayıkladı da, o gerçekliğin kendince seçtiği parçalarını böylesine etkileyici bir şekilde yeniden kurgulayabildi?”

Belki bir geçici yanıt verilebilir şu aşamada: Sanat alanı için de güncelliğin siyasal analizi ve illa ki mücadele etmek, en güçlü anahtarları teşkil ediyor hâlâ!

Tarihten güç alabilmek için, bir birikimin şekillenebilmesi için, tarihe yön verme hareketinin içinde olmak gerekiyor yani…