Öfkesizler

19. yüzyılın ilk yarısı, insanlığın, tüm hayatı değiştirebilecek potansiyelini fark etmesi ve buna karşılık bu potansiyelini gerçekleştirebilmekten mahrum edilmesi arasındaki paradoksla açıklanabilir. Aynı yüzyılın ikinci yarısı ise, belki 1848 devrimlerinden 1914’e kadar olan aralık şeklinde tarif edilebilir, bu mahrumiyetin aşılabilmesinin koşullarının sistemli olarak ortaya konulması ve hayatı bu kez bilimsel temellere yaslanarak değiştirmeye soyunma dönemi olarak ifade edilebilir.
Marksizm’in doğuşu ve sonrasında 1917 ile taçlanmasından bahsediyorum.

“Hayatı değiştirmek” toplumsal yaşamı yeniden örgütlemek demektir. Toplumsal yaşamı yeniden örgütlemek ise, biçimsel / niceliksel değil, özsel / niteliksel bir dönüşümdür. Bir topluma rengini çalan üretim ilişkilerinin, mülkiyet ilişkilerinin, bölüşüm ilişkilerinin lağvedilip, yenisinin galebe çalmasıdır.

19. yüzyıl, diğer taraftan, “eski”ye karşı “yeni”nin, verili sınıfsal ayrımın yerini bir başka sınıfsal ayrıma bırakması anlamına gelebildiğini gösterdi. 19. yüzyıldaki bu toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesi, egemen sınıfı değiştirdi ve fakat emekçileri daha şiddetli bir sömürünün kucağına atmış oldu. Kilisenin taassubuna meydan okudu, insanlığın hayallerini başka türlü bir esaretin pençesine terk etti. Luchino Visconti’nin sinemaya uyarladığı Giuseppe Tomasi’nin ‘Leopar’ında bu dönüşüm “hiçbir şeyin değişmemesi için, her şeyin değişmesi gerekliliği” olarak ifadesini buldu. Aslında bir sınıflı toplum, yerini bir başka sınıflı topluma bırakmıştı.

Yazının girişinde bahsettiğim paradoks, Romantizm’i doğurmuştu. Toplumsal dönüşümlerin, tek ve çıkarları ortak bir insanlık yaratmak yerine, sosyalizm deneyimlerinden sonra şiddetini bugün iyice hissettiğimiz başka türlü egemenlik ve sömürü ilişkilerine yerini bırakmasının yarattığı hayal kırıklıkları, insanlığın kolektif aklı ve yüreği olarak aydında “öfke” ile karşılık buldu. “Öfkelenenler”in bir kısmı, yenilenlerin tarafındaydı geçmişe özleme kaçtılar. Öfkelenenlerin bir diğer kısmı ise yenenlerin tarafındaydı galibiyetin, özledikleri ilerleme ile alakası olmadığını fark ettiler, bilimsel anlamda devrimcileşmenin yolunu döşediler. Bu iki uç arasında salınan öfkeliler de vardı elbette…

“Öfke”nin kaynağında ise burjuvazi ve sermaye düzeni bulunuyordu. Emekçileri de peşine takarak, Zola’nın ‘Germinal’indeki Souvarine karakterinin hayal ettiği gibi, “dünyayı ellerinin arasına alarak salladılar, salladılar…” Sonuç bir hüsrandı insanlığın kolektif aklı ve yüreğinin nezdinde.
Romantik dönemin “çelişik” aydını, yeniden “halk”a çevirdi gözlerini… Kurulmakta olan hayatın asıl yaratıcısı, şekillendiricisi olarak, bilge, erdemli insanların dünyası olarak flokloru, kırsal hayatı yücelttiler. Hem bir kuruculuk mitosu şekillendi buradan, hem de “kaotik kent” lanetlendi. “Aydınlanma”nın öznesi olarak gördükleri burjuvaziye karşı, metafiziğe yöneldiler, hayatın her boyutuyla metalaşması sürecine karşı, Hauser’in ifadesiyle “çağlarının donuk, büyüsünü yitirmiş gerçeklerine karşı” usdışı güşleri sahneye davet etmişlerdi. Göremedikleri şey, usçuluğa karşı giriştikleri bu taarruzun, tutuculuğa hizmet etmesiydi.

Daha önceki bir yazıda da bahsetmiştim, tekrar için kusura bakmayın, şunu eklemeliyim: Bu süreçte, özellikle “Alman düşüncesi” olarak tanımlanan bir entelektüel alışkanlık da şekillendi. “Belirsiz, özentili, kapalı şekilde anlatılmış (…)”, “ancak belirli bir kitlenin anlayabileceği dil ve soyut düşüncelerle ifade edilen gerçek dışı öğeler”le örülü bir ifade biçimi… Daha önce bahsettiğim ve bununla ilgili mesele şuydu: “Onların anlaşılması güç dilleri ve ‘derinlik’leri, güç ve anlaşılması zor şeylere duydukları merak, hep aynı nedenlere dayanıyordu. Bütün bunlar, siyasal ve toplumsal alanda etkili olmaları önlenen aydınlar sınıfının, bu yoksunluğu, entelektüel dünyayı tekellerinde tutarak, entelektüel yaşamın üstün biçimlerini, tıpkı siyasal haklarda olduğu gibi, belirli bir tabakanın malı durumuna getirerek karşılamalarıydı.”

“Sanatın Toplumsal Tarihi” adlı kitabında bir de şu önemli tespiti yapıyor Hauser:

“Usa aykırılık, estetik alanda, kuramsal alanda olduğundan daha az engel ile karşılaşmıştır. Aydınlanma hareketine karşı olan eğilimler, böylece, estetik alanın sınırlarının gerisine çekilerek orada gelişmiş ve bu alandan hareket ederek aydınlar sınıfını ele geçirmiştir.”

Ve bir de şu:

“Felsefe sistemleri, kütüphanelerde ve eğitim merkezlerinde kağıda aktarılmalarına karşın, oralardan doğmaz. Eğer Alman idealizminde olduğu gibi, arada buradan doğmuş olsalar bile, bunun pratik ve sağlam nedenleri vardır. Alman düşünürlerinin çalışmaları, çevrelerine kapalı bir biçimde gelişmiş ve geliştirdikleri sistemler, yalnız, kendini toplumdan ayrı gören ve pratik işlerde etkili olamayan insanların deneylerinden çıkmıştır. Onların estetizmi, bir yandan usun bir işe yaramadığı bir dünyadan uzaklaşmanın, diğer yandansa, siyasal ve toplumsal eğitim yoluyla erişilemeyen ve gerçekleştirilemeyen bir insan ülküsüne dolambaçlı bir yoldan yönelmenin bir ifadesi olmuştur.”

Bugünün Türkiyesi’nde popüler kültür alanı dışındaki tüm kültür-sanat alanının, bu eğilimlerle malul olduğunu söylemek mümkün. Taşra övgüsünden geçmişe övgüye (son dönem Türk sinemasında ve edebiyatında bu eğilimler dikkat çekicidir), biçimci ve belirsiz, özentili, kapalı şekilde inşa edilen bir anlatım dilinden, “kurgusal” bir “kuruculuk mitosu” inşasına kadar (Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü Bal’ına bu gözle de bakılmalı) bir Romantizm karikatürü ile karşı karşıyayız.

Bunda, burjuvazinin damga vurduğu bir dönemin sanatsal ifadesi olarak Romantizm’in ortaya attığı sorular ve çözümlerin, bugün hala burjuvazi iktidarda olduğuna göre, bir karşılığı olmasının da payı var. Ama bu dönemin karikatürleşmesinin çok temel bir nedeni var:

Bugünün biçimsel olarak Romantizmle ilişkilendirilebilecek eğilim ve biçimsellikleri “öfke”den yoksundur. İster gerici, ister ilerici cenahta olsun, bugünün sanatçı ortalaması (ortalama sanatçısı değil), öfkesiz, üretebilme koşullarını yaratma endişesiyle öfkesini bilincinin soğuk dehlizlerinde kilitli kapılar ardına hapsetmiş, neredeyse duygulardan ürken bir biçimci olup çıkmıştır. Bu nedenle bu döneme “kötürüm Romantizm” demek pek uygun düşüyor. Olmayan öfkenin yerini ise, Romantizm’de asla rastlanamayacak tek şey olarak ifade edilen başka bir şey alıyor: Ortalamacılık ve ortalamaya övgü…

Benim aklımda ise sürekli bir şiirden dizeler yankılanıyor, yoksul Şark’ın çığlığı olan dizeler… bu öfkesiz sanatçıyı gördükçe:
İçinizden biri

can verebilse bile

açlıktan ölen öküzümüze

burjuvaysa eğer

gözükmesin gözümüze…