Kedi Kıçını Görmüş, Yara Sanmış

“New York’ta Beş Minare” filmi geçen hafta gösterime girdi izleyici sayısı da milyonu geçti. 19 Kasım Cuma günkü soL’da okyanus ötesi göndermeli değerlendirmeyi okumuş olduğunuzu tahmin ediyorum. Okumayanların da okumalarında fayda var.

Biz diğer yazılar ve yazarlar, yazılmayanlar ve yazmayanlar üzerinde duralım.

Film gösterime girdiğinden bu yana pek çok yazı yayınlandı. Büyük medyanın çogu sinema yazarının bu filme ilişkin en ufak bir olumsuz eleştiri yazmamış olması çok şaşırtıcı değil. Epeyce uzun zamandır sinema yazarlarının çok büyük bir kısmı, yapım ve dağıtım şirketlerinin reklamasyon-promosyon dosyaları doğrultusunda yazılar yazıyorlar. Bu, hakim yaklaşım.

Olumsuz yazamayanların bir kısmının da “adamlar Oktay Ekşi’nin başını bile yedi, benimkini n’aparlar kim bilir?” diye düşünmemiş olmaları da pek mümkün değil. İçleri kaldırıyorsa öyle düşünüp sussunlar, kendi sefillikleri.

Gerçi, bu devirde, belirli bir sanatsal birikim ve derinlikten, hümanizmden, ilericilikten nasibini almamış tanıtım memurlarını kim ne yapsın? Piyasadaki iş bölümü gereği, reklam yazıları yazdıkça tahammül ediliyorlar, kimsenin kendilerini ciddiye aldığı da yok. Eleştirelliklerini, bar-kafe kapılarından içeri girdikten sonra açılan arkadaş sohbetlerinde dalga geçmeye sıkıştırdıkları için, bu umursanmama hali onların kabahati asıl olarak.

Sefaletin asıl büyüğü ise diğerlerinde:

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu şu kritik tarihsel evrede, AKP’nin hükümet kurduğu 2002 yılından bu yana, emperyalistlerin ve kendilerinin ajandasındaki başlıkları bir bir açtıkları bir tarihsel kesitte, insan aklını teslim alma operasyonunun olanca hızıyla sürdüğü bir tarihsel dönemde, her konuda ahkâm kesenler kendilerini sobelemiş oldular bu filmle!

Buradan açıkça ilan etmeli:

New York’ta Beş Minare, bir rezillik abidesidir.

New York’ta Beş Minare, bir kepazeliktir.

New York’ta Beş Minare, bir şımarıklıktır.

New York’ta Beş Minare, yozluktur.

Bu filme övgüler düzen, utangaçça metheden, “şurası iyi olmuş” diyen herkes, kendi entelektüel sefaletini ilan etmiştir.

Taha Akyol, Hıncal Uluç, Ergun Babahan, Ekrem Dumanlı, Güneri Civaoğlu, Tufan Türenç, daha kim varsa, kendi ağızlarıyla, kendi kalemleriyle “biz hiçbir halttan anlamıyoruz, kafamız beton gibi zaten böyleyken, bir de üstlendiğimiz ideolojik-siyasal manipülasyon görevleri zihnimizi ve yüreğimizi mühürledi, gördüğümüzü anlamaktan ve değerlendirmekten bile aciziz sanata, estetiğe, insanlığa dair en ufak bir fikrimiz yok” diye, bütün kamuoyu nezdinde düşünce üretme namına ehliyetsiz olduklarını ilan etmişlerdir.

Zevat, jakobenizmden kemalizme, demokrasiden laikliğe, özgürlüklerden insan haklarına, değil bilimsel yetkinliğin kırıntısı, bilakis işkembeden salladıklarını ne kavramsal, ne politik, herhangi bir tartışma yürütecek birikimleri olmadığını, tamamen kendi çıkarları ve şöhretlerine esir olmuş halde, tek işlerinin egemenlerin borazanlığını yapmak olduğunu faş etmişlerdir.

Bu nasıl bir komplekstir ki, ey Freud yetiş, “Hollywood gibi film yapmak” diye bir ifade kullandırtır insana!

Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, haydi uluslararası arenada önemli entelektüellerin ilgisine mazhar olmuş Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ını, Yılmaz Güney’in Umut, Sürü, Yol filmlerini filan geçtik, “Hollywood gibi film yaparak sinemanın şampiyonlar ligine geçmek, hatta final oynamak” gibi bir ifadeyi kullandırtır insana? Hele de son yıllarda, gölgesi kendisinden büyük Türkiye sineması onca uluslararası ödül alırken! Bizim kriterimiz ödül almak değil, onların kendi önemsiyor bunu. Peki hal böyleyken, “Hollywood’a tırnaklarını geçirmek” filan ne demek oluyor?

Hollywood’un ABD emperyalizminin kültür bakanlığı gibi işlediğine, insanlığı çürütmeye odaklı bir sinema kültürünü şekillendirdiğine orta öğrenime devam eden çocukların dahi uyandığı bir dünyada, Hollywood trükleriyle film yapmanın nesinin övünülecek ve sevinilecek bir şey olduğunu anlayan beri gelsin. Ruhat Mengi gibi, tüm o Ergenekon süreci boyunca kendini TSK’ya sahip çıkmaya adamış “ulusalcımsı” bir köşe yazarının dahi övgü kervanına katılması, Yeniçağ’da filan benzer yaklaşımlara denk gelinmesi de pek tesadüf değil.

Sanatın böyle yan faydaları da var işte: Kim, tezlerinde ne kadar samimi, derinlikli, insanlık tarihinden ne kadar nasiplenmiş, kabak gibi çıkıveriyor ortaya.

***

Bu filmi Mahsun Kırmızıgül mü çekti? Mahsun Kırmızıgül bir sinemacı mıdır? Mahsun Kırmızıgül’ü ve filmlerini eleştirmek Beyaz Türk’lük müdür?

Vallahi bu tür sorular sormanın, bu filmi tartışmanın gerçekten asap bozucu yanları var. Ama bunca pompalanan bir film için, filmin ötesinde bir yanıt zemini oluşturmak lazım.

Öncelikle şunu söylemeli: Hollywood’un koyduğu kurallar çerçevesinde, yönetmen bir sanatçı – yaratıcı değildir. Kitlesel tüketime sokulan bir meta olarak filmin üretim sürecinde yapımcının-patronun dediği olur. Üretim süreci, kendi standartlarını oturtmuş, kalıplarını, şablonlarını netleştirmiştir. Burada yaratıcılık, estetik, yaşama dair sorular, heyecan filan değil, öncelikle piyasanın ihtiyaçları, ABD emperyalizminin ihtiyaçları belirleyicidir.

Milyarlarca dolarlık bir endüstriden bahsediyoruz: Aynı silah sanayi gibi, aynı MekDanılds gibi.

Silah sanayi ya da MekDanılds ne kadar yaratıcılık ihtiyacı duyuyorsa, Hollywood sinema endüstrisi de o kadar yaratıcılık ihtiyacı duyar. Ar-Ge faaliyetleri bu alanlardaki tekellerin bünyesinde ne kadar yer tutuyorsa, yaratıcılık da sinema endüstrisinde o kadar yer tutar.

Dolayısıyla, bu endüstri yapısı, ortalama bir zekaya sahip herhangi bir insanın, hele de parası ve ilişkileri varsa, pekala yönetmenlik yapabileceği bir otomasyona ve kalifiye elemanlara sahiptir. New York’ta Beş Minare filmindeki bir takım patlama çatlama, kaçma kovalama sahnelerini Mahsun’un tasarladığını zanneden biri, en basitinden, şu çalışanlarının ha babam intihar ettiği Uzakdoğu şirketini hatırlamaya çalışmalıdır. Kapitalizm koşullarında üretim sürecinin sınırları, insanı intihar ettirecek kadar kalın hatlarla çizilmiştir.

Paranız varsa dedik, biraz da hırs lazım tabi. Ki görüldüğü kadarıyla Mahsun’da sadece para değil, bundan da çok var. Paranın ne kadarı “kendisinin”, ne kadarı destek hırsının ne kadarı iç dünyasıyla ve hayatı kavrayışıyla ilgili, ne kadar “gaz” bilemeyiz tabi. Ama Prestij Müzik yıllarından, iflaslardan topuğa kurşun sıkmalardan filan sonra yeniden buralara gelen biri varsa karşımızda, bilmek lazım ki, “yürü ya kulum” diyen birileri olmadan olmaz bu işler. İkincisi “yürü ya kulum”cular pek de hayrat işletmiyorlardır. Bunları düşünebilecek kadar tarih bilgisi ve toplumsal ilişki biriktirmişliği vardır herhalde memleketimizin entelijansiyasının!

Beyaz Türk’lük meselesine gelince… Ona uzun uzadıya yanıt vermeye gerek yok. Yukarıda söyledik: New York’ta Beş Minare filmi bir yozlaşma abidesidir. Sinemadan, sanattan nasiplenmek isteyen, alsın ‘Yol’ filminin dvd’sini, taksın izlesin. Yol “eski” geliyorsa ‘Pandora’nın Kutusu’nu seyretsin, ‘Büyük Adam Küçük Aşk’ı seyretsin, ne bileyim, ‘Takva’yı seyretsin, ‘Bornova Bornova’yı seyretsin, ‘Çoğunluk’u seyretsin. Ama (neye inanıyorlarsa onun aşkına) “New York’ta Beş Minare’yi görünce insana ancak şapka çıkarmak kalıyor”, “ulusal sinemamızın kalite çıtasını yükseltiyor”, “global sinemaya sıçrayış” filan demesinler.

Yoksa vallahi küfür etmekten başka yapacak şey kalmıyor.

***

İnsanın içinden “Ey dinci-gericilik! Yapa yapa bunu mu yaptırmaya yetiyor ancak birikimleriniz?” demek geliyor. “Ey liberal-yobazlar, paranız, ilişkileriniz, kudretiniz, çıkara çıkara Mahsun’u ve New York’ta Beş Minare’yi mi çıkarabiliyor karşımıza?” “Haydi o zaman, bileğinize kuvvet. Üretmekten geri kalmayın. ‘Sağcılar neden sanat üretemiyor?’ diye tartışıp duruyorsunuz ya, o tartışmadan da bir şey çıkmayacağı belli olmuş oldu. Sanat sizin fıtratınıza aykırı…”

Bunları söyleyip bir de sunturlu küfür edip üstünde durmamak lazım ama, o film arasında heyecanla cep telefonundan arkadaşını arayıp “fena gitmiyor, ben sevdim” diyen kızcağız, finaldeki damardan arabeskle duygulanıp göz yaşı döken ve bunu da filme yoran orta yaşlı kardeşimiz filan geliyor gözümün önüne.

Gırtlağına kadar pisliğe batmış insanın, o pisliğin içindeki sıcaklıktan hoşnut hali üzüyor insanı, sinirlendiriyor.

Oturup yazı yazıyorsun sonra, böyle oluyor…