“Hayır!” diyebilmek

Komünistler, devrimciler, sosyalistler için en çok ileri sürülen eleştirilerden biri “negatiflik”tir, bu “eleştiri”yi çoğumuz gündelik hayatımızın çeşitli kesitlerinde almışızdır. Ailemiz, eş dost, iş arkadaşları, politik olarak ortaklaşmasak da bir arada yaşamak durumunda kaldığımız çevremizden…

Sanki hayata küstüğümüz için komünist olmuşuzdur.

Açıkçası, Nazilerden kalma bir propagandif yaklaşımın güncellenmiş hali gibidir bu değerlendirme: İflah olmaz, icabına bakılması gereken hastalıklı yaratıkların temizlenmesi gerekirdi toplumdan, Üçüncü Reich’ın sağlığı ve Alman toplumunun arınabilmesi için… Bu doğrultuda nice “uygulama” ile muhatap oldu Almanyalı, Fransalı, İtalyalı… komünistler, sosyalistler ve elbette Sovyet halkı.

Soğuk Savaş ve ABD kökenli davranışçı psikoloji de bu yaklaşımı sürdürdü ve geliştirdi: Depresif, mutsuz, dissosiyatif bozukluk yaşayan, kendini içinde yaşadığı sistemle barışık kılamayanlar, komünizm filan gibi sapkın ideolojilere meylederlerdi.

Bizim islamiklerde de çok yaygındır bu yaklaşım: Karşılarındakinin komünist olduğunu anladıklarında yüzlerinde sanki hamam böceği yemiş gibi bir ifade oluşması, aslında bir hastalıklı kişi gördüklerini düşünmelerindendir.

Bu ideolojik manipülasyonu belli ölçülerde boşa çıkarmayı başardı bu toprakların ve daha pek çok ülkenin devrimcileri, komünistleri.

İçinde yaşadığımız sistemle barışık olmamızı kimse beklememeli bizden.

Biz barışıklık uğruna her şeyi oluruna bırakmadığımız için de devrimciyiz.

“Hayır!” diyebildiğimiz için.

***

Geçenlerde bir psikiyatri uzmanı ile sohbet ederken bir işçi kardeşimizden bahsetmişti.

Bu kardeşimiz, uzun yıllar kalifiye işçi olarak çalıştığı iş yerinde, zamana yayılan yoğun bir işsizlik geriliminin ardından çalıştığı fabrikada çaycı olarak istihdam edilmeye başlanmış. Bu görev değişikliği ile birlikte, psikolojik sorunlar da yaşamaya başlamış. Psikiyatri uzmanı dostum, bu kişinin davranış bozukluğunu, makine başında kendi dünyasında çalışmaya alıştığı için, kendisini sosyal etkileşime girmek zorunda bırakan bir başka işle, çaycılıkla iştigal ettiğinde sosyalleşme problemi yaşadığını ve bunu da kendisinde bir travmaya yol açtığını anlatmıştı.

Ben de kendisine acaba bu travmanın, sosyal etkileşime girme zorunluluğundan çok, işsiz kalma korkusu ve kalifiye bir işçinin çaycılıkla idare etmeye zorlanmasından, bir tür niteliksizleştirilmeden kaynaklanıp kaynaklanmayacağını sorduğumda bir süre düşünüp “evet, aslında temel sorun buydu” dedi ve hasta mahremiyetine halel getirmeden, işçi kardeşimizle aralarında geçen kimi sohbet başlıklarını aktardı.

Kapitalizm, sermaye düzeni bu işte.

Belirli bir donanıma sahip bir işçinin, çaycı olmaya zorlanması kendisinde ciddi bir travmaya yol açıyor. (Burada derdimizin “çaycılık” olmadığı her halde anlaşılmıştır, ama yine de bu notu düşelim.)

İşçi kardeşimiz, pek muhtemelen özelleştirilen işletmesinde, tek başına işini kaybetmemek uğraşı verdiği için, uyum sağlayabilmek için, “hayır!” diyemediğinden, böyle bir belaya savruluyor, psikiyatri alanında derdine çare bulmaya çalışıyordu.

***

Çeşitli biçim ve içeriklerle sürekli olarak üstümüze gelen sermaye düzenine “hayır!” diyememek… Toplumsal yaşamın en büyük belalarından biri bu işte.

Aklıma, ister istemez “hayır!” diyebilenler geliyor.

Günde 12 saat çalışmaya “hayır!” diyebilen aynı işte çalıştığı halde farklı ücret uygulamalarına tabi kılınmaya “hayır!” diyebilen sendikasının elinden alınmasına “hayır!” diyebilen (…) işçi sınıfı “4C” dayatmasına “hayır!” diyebilen TEKEL işçisi kardeşlerimiz mesela…

Nazi işgaline “hayır!” diyebilen, o muazzam kıyım makinesine direnç gösteren Fransa’dan, İtalya’dan direnişçiler geliyor aklıma… O kıyım makinesi Moskova kapılarına kadar dayandığı halde, “burası benim kendi ellerimle, aklımla, yüreğimle kurduğum vatanım işgaline boyun eğmeyeceğim, hayır!” diyebilen Sovyet halkı geliyor aklıma… Sovyet iktidarının, faşist sürülerini bozguna uğratan Kızılordu Berlin kapılarına dayandığında, Nazilerle gizli barış görüşmelerine başlayıp, Sovyetler Birliği’ni bu görüşmelerin dışında bırakan müttefiklere “hayır!” diyebilmesi geliyor aklıma…

Batista’ya “hayır!“ diyen Kübalı kardeşlerimiz…

Şili Stadı’nda binlerce tutsak arasında şarkılarıyla “hayır!” diyebilen Victor Jara’nın sesi çınlıyor kulaklarımda…

“Kartallı Kâzım” geliyor aklıma, “Karayılan“ geliyor Boğaz’da demirleyen 6. Filo’yu görüp “hayır!” diyen yiğitlerimiz geliyor…

Sermaye düzeni üstüne nasıl şiddetle gelirse gelsin, en az aynı güç ve şiddetle “hayır!” diyebilmek, bir yaşam biçimi oluyor psikolojik bozukluktan değil, yaşamak, öyle gerektirdiği için.

“Hayır!” diyememek, tam tersine, travmaların asıl kaynaklarından biri oluyor.

***

Referandum tartışmaları sürerken kimi “solcu”ların “tahlil”lerine çarpınca insan, şaşırıp kalıyor.

“Yetmez ama evet” diyebilmek, yukarıda bahsettiğim “hayır!”lar yanında ne kadar zavallı ve aciz kalıyor, bunu diyebilmeyi “solcu”luk olarak değerlendirmeye nasıl cüret edebiliyorlar, aklı almıyor insanın… Solculuğu pazarlıkçılık ve cambazlığa indirgeyen, post-modern, neo-liberal zırvaları “gelişkin entelektüel kimlik” işareti görüp uzlaşmacılık oynayan zavallıları gördükçe, onlara da “hayır!” demek, tarihimize borcumuz ödemek de oluyor. (Umarım, bu yazıya yanıt olarak tarihimizden “uzlaşma” örnekleri aramaya kalkmaz kimi akıllı okuyucular!)

“Hayır!” diyebilmek.

Bizi biz yapan özelliklerimizden biri bu. Çünkü sermaye düzeninin, emperyalizmin ne demek olduğunu biliyoruz.

“Evet!” diyeceğimiz günler henüz uzak.

Ama diyeceğiz.

Kendi iktidarımızda, ekmek, gül ve hürriyet günlerinde “evet!” diyeceğiz.

O günlere kadar, en güçlü, en örgütlü sesimizle haykıracağız:

Hayır!