Çifte karşı-devrim

İngiltere’deki Marksist tarihçiler ekolünün önde gelen isimlerinden “eks-Marksist” Eric Hobsbawm, Devrim Çağı adlı kitabında, 1789 – 1848 döneminin çifte devrim yılları olduğunu ileri sürüyordu: Bir kanal Sanayi Devrimi’dir ve diğer kanal da Fransız Devrimi ile karakterize olduğu söylenebilecek burjuva devrimleridir.

İnsanlık, Marx’ın Alman İdeolojisi’nden Manifesto’ya, Grundrisse’ye kadar birçok eserinde de değindiği üzere, maddi koşulların kısıtlayıcılığına mahkûm kalmayacak şekilde çevresini dönüştürebilecek, doğaya hükmedebilecek olanaklara sahip olmuştu Sanayi Devrimi sürecinde… Gıda üretiminden ulaşıma, giyecek üretimine kadar pek çok yaşamsal gereksinimin karşılanmasında muazzam bir ölçek farklılaşmasına zemin hazırlanabilmişti bu süreçte.

Siyasal-ideolojik alanda bu sürece görece paralel olarak gelişen Fransız Devrimi ve sonrasındaki burjuva devrimleri sürecinde de, dinsel taassubun, feodal zincirlerin esaretinden kurtulabilme yolunda büyük adımlar atılabilmişti.

Geçtiğimiz hafta bir ara sonuç olarak ileri sürdüğüm “bugünün sanatını ve sanatçısını anlamak için Romantizm akımının kritik bir anahtar olduğu” önermesindeki Romantizm akımı, işte bu çifte devrim döneminin ideolojik alandaki yansımalarından en önemlisidir.

İnternet ortamlarının acar gençlerinin mecralarından “Ekşi Sözlük”te ifade edildiği üzere, “mum ışığı – şarap vb. ile kızları ayartma” veya “kadın-erkek ilişkilerinde kadınların süreklileşmiş talebi” anlamlarına indirgenmiş romantizm de aslında bu büyük harfli Romantizm’in, epeyce kırılmış, dökülmüş ve anlam derinliğini kaybetmiş bir hali.

İnternet ortamlarındaki algıyı geçip, devam edelim…

İnsanlığın bu dev adımlarına, Çifte Devrim sürecine karakterini, rengini veren, burjuvaziydi, sermaye sınıfıydı.

Romantizm dönemine yeniden bakmanın anlamlı olabileceğini düşündürten hipotezi ya da soruyu da ortaya koyabiliriz şimdi:

Çifte Devrim sürecine damgasını vuran burjuvazi, iddia odur ki, bugün de “rakipsiz” olarak siyasal-ideolojik alanlarda egemen. Burjuvazinin damga vurduğu ilk dönemin ardından yaşanan yaklaşık iki yüz yıl sonrasında, yine iddia odur ki, yeni bir sıçrama yaşıyor insanlık.

Sıçramadan kastedilen, sermaye egemenliğine karşı, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle ve Marksizm’in ışığında verilen mücadelenin yenilgiye uğraması aslında.

Soru ya da hipotez şu:

Burjuvazinin “yükseliş” dönemi ile bugünkü “yeniden-yükselişi” arasında kurulacak bir bağıntı ya da yapılacak karşılaştırma, insanlığın nereye doğru gittiği konusunda aydınlatıcı ve uyarıcı olabilir mi?

Lunaçarski, geçen hafta da andığım “Miras” adlı kitabındaki Romantizm makalesinde, şunu ifade ediyor:

“İleriye doğru gelişen bir sınıfın romantizminin en belirleyici özelliği, onun devliği, onun göğe hücum etmesi, onun çoğunlukla barbarca, kaba, yaşam fışkıran gücüdür.”

Bu “yaşam fışkıran gücün” en önemli temsilcilerinden biri olarak gördüğü Beethoven için de, “Beethoven Bizim İçin Neden Değerlidir?” makalesinde şunları söylüyor:

“Beethoven, yazgıya, topluma, kendi yaşamına pembe gözlükle bakan bir insan değildi. Gerçeğin tüm katılığını tanıyordu. İnsanların yolu dikenlerle dolu fırtınalı bir denizde yüzüyoruz ve suyun altında her an bir kayaya çarpabiliriz. Üzerimizde açık, gülümseyen bir gökyüzü yok, tersine, şimşeklerle buruşturulmuş bulutlar var. Dünyaya, yazgıya, içinde yaşadığımız çevreye ilişkin bu görüşler, Beethoven’e özgüdür. O insanlığın durumunu şirin göstermez, zaman zaman umutsuzluğa yakın bir cesaretle açıklar: Yeryüzünde yaşamak korkunç, yeryüzünde henüz yalan egemen. Ama Beethoven teslim olmaz. Yazgı, taş gibi sert yumruğuyla kapısını çaldığında, ondan korkmaz. Yazgının ağır olduğunu, insanın bir çok yaraya katlanması gerektiğini söyler – ama mücadelede geri adım atmaz. Mücadelenin ağır olduğunu, çoğunlukla en iyilerin yaşamlarını bıraktığını bilir, ama zaferin kesinliğine sonsuz derecede derinden, sonsuz derecede sağlam bir şekilde inanır.”

Beethoven ve çağdaşları, öncülü ve ardılı kimi sanatçılarla birlikte, insanoğlunun zincirlerinden kurtulması gerekliliğine derinden ve içtenlikle inanmış ve bağlanmış sanatçılardı ve bu zincirlerden kurtulabilme coşkusuyla üretmişlerdi.

Burjuvazinin, yoksul kitleleri de peşine takarak önderlik ettiği Çifte Devrim’in, kendi mantıki sonuçlarına varamadığını ve kopardığı zincirlerin yerine başka zincirler taktığını, hatta bazı zincirleri de hiç koparmayıp güçlendirdiğini, bugünden bakınca, daha rahat görebiliyoruz.

İnsanlık bu büyük atılımlar döneminde muazzam hayal kırıklıkları da yaşamış oldu.

Romantizm akımının sınırlarını tam olarak belirlemek mümkün değil. 1800-1830 gibi bir aralıkta tarif ediliyor genelde. Ama Sanat Tarihi terminolojisinde “ön-Romantikler” ve “Romantizm-sonrası” gibi, yine Romantizmin kendisiyle açıklanan figürler de bulunduğu için, Hobsbawm’ın dönemleştirmesindeki aralığa 1789 – 1848 aralığına yerleştirmek daha uygun gibi.

Bu bize ne sağlıyor peki?

Şunu mesela: Ders kitabı terminolojisiyle ‘Ortaçağ’dan çıkışın insanlık ve onun kolektif aklı olarak aydınlarda yarattığı heyecanlı, coşkulu, meydan okuyucu gücü zulme, taassuba, sömürüye başkaldıran insanı bugün görebiliyor muyuz? Bu soruyu sormamıza olanak sağlıyor mesela…

Yoksa, bir başka soru, akıl, bilim, sanat, “yaşam fışkıran güç”lerini yitirdiler ve yerlerini yeniden bağnazlık, cehalet ve sefalete mi bırakıyorlar?

Çifte Devrim, insanlığı eşitlik – özgürlük – kardeşliğin kapısına kadar getirdi ve burjuvazi bu kapıyı tekrar suratına kapadı insanlığın. Burjuvazi, kendi “doğası” gereği serfliği kaldırıp yerine ücretli köleliği getirmek zorundaydı ve bunu yaptı.

Bugün yaşadığımız, suratına kapının tekrar kapatıldığı insanlığın, bu defa bilimsel temellere yaslanarak, sosyalizm mücadelesiyle ve deneyleriyle kapıyı yeniden zorladığı bir dönemin ertesinde, bizatihi kapının varlığının unutturulmaya çalışılmasıdır.

Bu Çifte Karşı-Devrim’dir.

Sanayi Devrimi’yle doğaya meydan okuyan, Fransız Devrimi ile tanrıya, egemenlere, zalimlere meydan okuyan insanlık, doğal çevrenin içine etmiş olarak, sanayisizleştirilmeyle ve açlık ve susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya bir halde kadim dinlerin veya post-modern dinlerin hortladığı ve güç kazandığı, yoksul milyarlarca insanın egemenlik ilişkilerinin, savaşların, zulmün altında inlediği bir döneme girmiş bulunuyor.

Sosyalizmin çözülüşü, burjuvaziyi yeniden “rakipsiz” güç haline getirdi ve insanlık bu duruma geldi.

Beethoven’e atıfla, “zaferin kesinliğine sonsuz derecede derinden, sonsuz derecede sağlam bir şekilde inanan” aydın bugün nerede peki?

Bunu da bir sonraki yazıya bırakalım…