Agirê Jiyan

Romanya’daki karşı-devrimden sonra (*) Romen sineması ciddi bir yıkıma uğramıştı. Romen sinema endüstrisi ciddi bir mali ve aslında en az mali başlık kadar önemli bir ideolojik krizle de boğuşmak durumunda kalmıştı. Kapanan çok sayıda salona ve filmsel üretimin fiilen baltalanmasına, Hollywood’un işgali de eklenmişti. Karşı-devrimden yaklaşik on yıl kadar sonra ise, daha doğrusu 2000’lerle birlikte, literatüre “Romanya Yeni Dalgası” olarak giren bir üretimle karşilaştı sinemaseverler. Ağırlıklı olarak kışkırtılmış, teşvik edilmiş bir geçmişe küfür dürtüsü ile yapılan bu üretimler (ki bu eğilimi başta Rusya olmak üzere, tüm eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde ve eski sosyalist ülkelerde gözlemlemek olanaklı) özellikle uluslararası düzlemde fazlasıyla öne çikarılıyordu. Çekim süreçlerini kolaylaştırmak üzere pek çok fon bu filmleri destekliyor, festivallerde bu filmlerin önü açılıyordu. Kültürel ve sanatsal yaşamı sermaye medyası üzerinden izleyenler için eski sosyalist ülkelerin sinemasının “bugününü” bu filmler oluşturuyordu.

Pek çok açıdan umut kırıcı bir manzaraydı bu:

Nemalanmak için alçalan, alçaldıkça rezilleşen bir eğik düzlemde kayıyorlardı. İyi ama Sovyetler Birliği’nde gerçekleştiği üzere, dünyanın ilk sinema okulunu kuracak denli cüretli, sinemayı panayır eğlencesi olmaktan çikarıp yaşam ve insanlık üzerine düşünmeye alan açabilen bir sanat haline getiren bir gelenek, nasıl olur da bu denli pespaye üretimlere evrilebilirdi? Hiç mi bir şey devrolmamıştı? Onca birikim berhava mı olmuştu? Sanat politikalarında “kötülüğü”, propagandasını yapmamak için felsefi anlamda sanatsal yaratımdan dışlama eğilimi oluşacak kadar naifleşebilen bir kültürden hiç mi iz kalmazdı? İyimserlik ve insan sevgisinin damga vurduğu onca sosyalist ülke sanatçısının kolektif aklı neredeydi?

İlk küfür dalgasının ardından, Orhan Veli’nin şiirindeki gibi “bir yerlerde olmalı, biliyorum, anlatamıyorum” şekline bürünen beklentilere karşılık veren bu mirasın izinin, kapitalizmin kendisinde boy verdiğini gördük, sevinçle. Demek ki, kolektif akıl canlanamıyorsa, kapitalizmin kendisi hayat öpücüğü oluyormuş, insanlığı hatırlamak için! Ne rezil bir hayat öpücüğü…

Ve böylece 2000’lerin ortalarında kimi genç yönetmenler, tuttular, karşı-devrim sonrası Romanya’sından insan manzaraları anlatmaya başladılar. Geçmişe küfür sürmekle birlikte, “peki bugün ne oluyor?” sorusunu sorabilecek cürete sahip (bu artık bir cüret haline geldi, evet,) yine naif, ama naif olduğu kadar etkili insan öyküleri anlatmaya başladılar.

“Bay Lazarescu’nun Ölümü” (2005) bir ihtiyarın, baş ağrısı nedeniyle çagirdigi ambulansla hastaneye taşınıp, hastane hastane dolaştırılarak, 62 yıllık ömrünün yaklaşik 10 saatte nasıl tükendiğini anlatıyordu.

Bu ülkede her gün onlarcasının yaşandığı, tanıdık, bildik bir hikaye, değil mi? Özel olan ne var ki bunda, anlatmaya değecek?

Sanat, biraz da burada saklı sanki: Sıradanlaşmanın, rutinin, alışkanlıkların “neden böyle?” diye sorgulanması açıyor alanı, sanatsal olana…

Dün “ajanslara düşen” bir haber vardı (http://www.ntvmsnbc.com/id/25115521), Bay Lazarescu’nun Ölümü gibi aynı:

Bir lokmacık Jiyan, karın ağrısı nedeniyle Diyarbakır’da bir özel hastaneye götürülmüş, hastanede farenjit teşhisi konup geri gönderilmiş ağrı devam edince başka bir özel hastaneye, oradan “durumu ağır, biz bir şey yapamayız” denilerek Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne, oradan da Tıp Fakültesi hastanesine…

Meğer bağırsağında delik varmış Jiyan’cığın…

Böylece sönüverdi yaşam ateşi, agirê Jiyan…

O kadar alışmışız ki, o lanet olası alışma - uyum yeteneği yok mu insan denen yaratığın, sektörel patlama yaşadığı ifade edilen (ki aslında hızla barutunu tüketmekte olan) Türkiye Sineması, “neden böyle” sorusunu soramayacak kadar hantal ve donuk olduğu halde, bu da hiç şaşirtıcı gelmiyor…


Fotoğrafına bakın Jiyan’ın… O ışıklı gözleri, karın ağrısını çekerken ne haldeydi acaba? Yüzünü mü buruşturuyordu acaba? Minik elleriyle annesinin elini mi sıkıyordu? İnliyor muydu? Ağlıyor muydu? Babası, hastane hastane dolaştırırken, kucağında mı taşiyordu Jiyan’ı? İki büklümken kucakta, karnı daha çok ağrıyor muydu acaba?

Kim bilir?

En iyi Jiyan biliyordu herhalde… Benzer şeyler yaşayanlar biliyordur bir de… Bu acıyı anlatmaya çalisan bir sanat eseri yok ki, biz de yüreğimizde hissedelim bu “kişisel” yaşanmışlıkları, ortaklaşalım!

Ne ironidir ki, bu haber bir konuşmanın üstüne geldi: Recep beyin AKP İl Başkanları toplantısında Güneydoğu’ya ne çok yatırım yaptıklarını, şu kadar hastane filan açtıklarını anlattığı konuşmasını nasıl da yalanlayıverdi Jiyan…

Özkök’ün ‘birlikte yaşamak zorunda mıyız?’ sorusu geldi aklıma sonra…

“Mecbur muyuz?”muş…

Bu sorunun yanıtlanabilmesi için bir önkoşul var, onu atlıyor beyefendi: Birlikte yaşamak için, önce yaşayabilmemiz lazım.

Yaşayabilmemiz için, sosyalizm lazım!

Sevgili Yurdakul Er gibi bitirmeli yazıyı: Buradayız artık.

----------

(*) Nikolay Çavusesku ve eşi Elena, düzmece mahkemede iki saat süren sefil bir yargılamanın sonucunda kurşuna dizildiler. Kurşuna dizildikleri gün, 1989’un 25 Aralık‘ı, ‘Noel’di. Yeni yılı karşilama bayramının “coşkusuna coşku katmak” hedeflenmişti muhtemelen… 20. Yüzyılın en trajik sahnelerinden birini içeren Çavusesku’larin kurşuna dizilme görüntüleri, son hız tüm dünyaya servis edilmişti.