Ters algılar ve Türkiye’de faşizmin meşruiyeti

Türkiye’de iki ters algı var. İlki sermayenin Gezi gibi, 17 Aralık süreci gibi, toplumsal olaylara tepki verdiği algısıdır. İkinci ters algıysa 30 Mart seçimlerinden sonra AKP’nin oy kaybettiği algısıdır. Bu iki düşünce de bize göre yanlıştır. Sadece yanlış olmakla kalmayıp bu düşünceler aynı zamanda Türkiye’deki faşizmin sıradanlığını ve sürekliliğini de sağlıyor olmasıdır. Türkiye’de faşizm var mı? Evet vardır. Üstelik bir de faşizmin Türkiye’de zaman içinde kurumsallaşması, yapısallaşması tehlikesi de vardır. Mesela Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın kazanması halinde, rejimin sadece başkanlık rejimine geçmekle kalmayıp aynı zamanda Erdoğan’ın başını ağrıtmış olan yasamanın, muhalif sivil toplum örgütlerinin, medya gruplarının, iletişim ağlarının da onun tarafından denetlenmesini sağlayacak kurumsal yapılanmalarının da beraberinde geleceği kanısı toplumda oluşmaktadır. Şu an için zaten HSYK tamamen siyasal iktidarın emrine girmiştir, fezleke görüşmelerinde İktidardaki parti TBMM’ni çalıştırmamıştır, seçim öncesi sosyal iletişim ağlarını kapatmıştır, Erdoğan ve ailesinin yolsuzluk kasetleri hakkında konuşmak neredeyse vatan hainliği ile birebir tutulmaktadır, siyasal iktidarın üyelerinin rüşvet aldığı kasetler hakkında bir inceleme yapılmamaktadır. Medya’nın susturulduğunu, Başbakanın talimatıyla gazetecilerin kovulduğunu kasetlerde yer almaktadır. Bunlar hakkında hiçbir soruşturma açılmamıştır. Bu kasetlerin doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde hiçbir bilirkişiye başvurulmamıştır. Bu kadar şaibe ve baskı ortamında Türkiye seçimlere girmiş ve seçimler esnasında oy sayımları konusunda yeni şaibeler de eskilerinin üzerine eklenmiş ve tüm bu atmosfer içerisinde AKP bu seçimlerden galip çıkmıştır. Şimdi Türkiye’de bu siyasal yönetimin iler tutar yanı yoktur. Bu rejimi bırakalım solcuları, “dürüst insanların” bu şekilde savunabilmesinin imkânı yoktur. Mutlaka kişisel çıkar ilişkileri AKP konusunda tercihlerimizi belirleyecektir. Bu çok ahlaki olmasa gerek. Çünkü Faşizmin tavan yaptığı ve yavaş, yavaş kurumsallaştığı bir ortamda, ters algılar yaratıp faşizmin sürekliliğini sağlayanlarla, AKP yandaşı olanlara tatlı rüyalar diliyorum. Bu sayede başkalarından fazla yiyecekleri iki lokmayı da onlara, anlayacakları dilden konuşursak eğer, helal ediyorum. Mesel o değil zaten.

Televizyonlarda, basında yapılan, ister AKP yanlısı, ister AKP karşıtı olsun “her şey normalmiş analizleri” Türkiye’de faşizmi meşrulaştırmaktadır. AKP 2009 yerel seçimlerine göre oylarını %6 civarı arttırmıştır. Dolayısıyla çok büyük bir başarı kazanmıştır. Her türlü yolsuzluk, hırsızlık iddialarına rağmen %45 oy alması, AKP açısından son derece büyük başarıdır. Bu başarıyı küçümsemek ya da küçük göstermek, muhalefete umut ışığı vermek açısından bir anlam ifade ettiğini düşünebiliriz belki ama bu analizler hem bu şaibeli seçimi bir anlamda meşru kılmakta hem de seçim yoluyla her şeyin düzene gireceği intibasını da toplumda uyandırarak faşizmin sıradanlaşmasına neden olmaktadır. Mesele seçim ötesinde Türkiye’nin içine battığı rüşvet ve faşizm cenderesidir. AKP’nin büyük seçim başarısı ya da bazılarına göre seçim yenilgisi bunu değiştirmemiştir. Bu tablo dururken seçim sonuçlarına odaklanmak AKP’nin toplumda “normal” bir siyasi parti algısını güçlendirmektedir. Ergenekon davası ile beraber başlayan sürecin fiili olarak sonuna geldiğimiz bu noktada Türkiye’nin askeri vesayeti bitirip, sivil demokrasiye geçtiği iddiası üzerine kurulu yeni Cumhuriyet projesinin fos çıktığını ilan etmektedir. Buradan sonra bunca yıllık AKP iktidarının ve sivil demokrasi projesinin dayandığı temel direklerin hepsinin şaibeli oluşu, siyasal iktidarında meşruiyetini sorgulamamıza vesile olmaktadır. Onun için bugün tüm bu verilere sırtını dönüp, görmemezlikten gelen, bir de üste çıkmaya çalışan bir başta Erdoğan olmak üzere AKP iktidarının kabarık bir şaibe dosyası vardır. Bu dosyaların unutulmasına yönelik siyasi analizler, hiçbir şey olmamış gibi yapılan siyasi sohbetler, Türkiye’de faşizmi demokrasi oyunu içinde sıradanlaştırmaktadır. Dolayısıyla muhalefetin yapması gereken bu rüşvet ve şaibe iddialarının peşini bırakmamasıdır. Bu bağlamda 2014 yerel seçimlerinde AKP’ye oy atanların hepsi bu şaibeleri meşru kılmışlardır. Yolsuzluğun, hırsızlığın ve türlü hilelerin toplum tarafından sorgulanmaz olacağını ilan etmişlerdir. Bu birçok ahlaksız siyasetçilere pirim vermektedir. Sorun buradadır. Ahlaki değerlere önem verdiğini iddia eden partinin ve seçmeninin bir iddia bile olsa, hiçbir şekilde sorgulanmadan “ahlaksızlığa, kokuşmuşluğa” destek vermiş olmaları Türkiye siyasetini iyice aşağılara çekmiştir. Bu yaklaşımdan hareketle “dürüst” muhalefet eden bir partinin AKP karşısında siyaset yapma olanakları kaybolmaktadır. Bu ister sağ parti olsun ister sol parti olsun.
Türkiye siyasetinin seviyesinin iyice altlara çekildiği bu evrede, sermayenin Gezi olaylarında Gezicilere destek verdiği algısı oluşmuştur. Bu destek algısı da Gezi olayları esnasında İstanbul Borsası genel endeksinin aşağılara düşmesinden kaynaklanmıştır. Hatta Gezi olaylarına bir kaç borsacı ve bankacının da katılmış olması bu algıyı daha da kuvvetlendirmiştir. Sonrasında CNN’in Taksim’den canlı yayın yapması birçok kişiyi ABD’nin Gezi’ye destek veriyor intibasını uyandırmıştır. Oysa tüm bu analizlerin de çok doğru olmadığını bugün daha belirgin halde görebiliyoruz. Şu aşağıdaki BİST Bileşik Endeksinin Gezi olaylarından günümüze doğru gelişimine bir bakalım.

Tablo 1: BİST Bileşik endeksi (30 Mayıs 2013 – 03 Nisan 2014) – TCMB verileri

Gezi olaylarının başladığı günden beri İstanbul Borsası aşağı doğru bir kırılma gösteriyor. Endeks bir ay içinde 87 bin’lerden 70 binlere aradan geçen iki ay süre içerisinde de 65 bin’e düşüyor. Bu süreç Gezicilerin siyasal iktidara karşı üstünlük sağladıkları ve yaz aylarında karşılıklı bekleyişin hâkim olduğu bir döneme tekabül ediyor. Okulların açılması ve Gezicilerin beklenen sarsıcı gösterilerinin gelmemesi buna mukabil AKP hükümetinin öğretim üyelerine siyaset yapma yasağı, okullara emniyet güçlerinin sokulmasına verilen izin vs… gibi otoriter uygulamaları devreye sokması ile İstanbul Borsası tekrar yükselişe giriyor. Eylül – Ekim aylarında endeks 65 bin dipten sonra 80 bin’e çıkıveriyor ve ikinci kırılma diyebileceğimiz 17 Aralık operasyonuna kadar 75 bin seviyelerinde kalıyor. Erdoğan ve kabine üyelerinin rüşvet skandalına karıştıklarını gösteren kayıtların ortaya saçılması ile beraber İstanbul Borsası yeniden Gezi’den sonra ikinci büyük kırılmasını yaşıyor ve endeks iki ay içinde 75 bin seviyesinden 65 bin alt seviyesinin de altına düşüyor. Tüm bu gelişmelerin toplumda Borsa’nın hükümet aleyhine çalıştığı algısı yükseliyor. Oysa bu tamamen ters bir algıdır. Gezi olaylarının bastırıldığı Eylül ayından 17 Aralık operasyonuna kadar yükselen Borsa’nın operasyon sonrası tekrar düşmesi ne zamana kadar devam ediyor? Twitter’in yasaklanması ve yerel seçim kamuoyu araştırmalarının AKP’yi kesin favori göstermesine kadar sürüyor. Aşağıda son 1 ayı daha detaylı olarak

Tablo 2: son 1 ay BİST Bileşik endeksi

Özellikle Başbakan aleyhine paylaşımlar arttığı sırada Twitter’e getirilen yasak sonrası İstanbul Borsasının 64 bin’den 68 bin’e fırladığını görmekteyiz. Mart başından itibaren kamuoyu yoklamalarının AKP’yi favori göstermesi zaten Borsanın iyimser bir bekleyiş içinde olduğunu göstermektedir. Tek sorun AKP’nin kasetlerle nasıl başa çıkabileceğinin beklentisidir. Seçim sonrası AKP’nin zaferi bugün itibariyle Borsayı 72 bin bandına yeniden getirmiştir.
Sermaye hain midir? Değildir elbette. Sermaye istikrar sever. Onun için toplumsal olaylar sevmez, süreklilik sever. Bu süreklilik faşizm olmuş, kralcılık olmuş ne olursa olsun onu ilgilendirmez. Oysa klasik demokrasinin tanımında siyaset sürekli değildir, tersine kesintili olmalıdır. Siyasal erkin babadan oğla geçen rejimlerden 1789 sonrası parlamenter demokrasi ile siyaset sahnesi kesintili hale gelmiştir. Oysa günümüzde post-demokrasisinde siyaset piyasası, sermaye birikimi gibi sürekli olması gerekmektedir. Neo-liberal politikalar ve küreselleşme eğer o toplumsal olayların arkasında kendisi yoksa sosyal olaylara iyi gözle bakmaz.
Bu kadar şaibesi olan bir yönetimin tek kurtuluş yolu daha da otoriterliğe sapmak olacaktır. Bundan yararlanacak olanlar ise post-demokrasinin piyasalar tarafından “meşru” görülen aktörleri olan gelenek-kimlik muhalefetidir. Ama emekçinin sosyal güvencesiz ve kötü koşullarda çalışmasını sorgulayan kurumlar (sendikalar, partiler gibi…) yine bu kesim tarafından “gayri-meşru” görülmektedir. İstikrar bozucudur, teröristtir vs... O zaman sözlerimizi çok net olarak ortaya koyalım. Bugün için AKP Faşizminin meşruiyetini sağlayan aktörler, aynı zamanda neo-liberal politikaların savunucuları ve ona alet olanlardır: Bunlar uluslararası sermaye, Kürtler ve İslamcılardır. “Şimdilik” diyoruz ve Kürt ve İslamcı emekçileri emeğin yanında faşizmin karşısında yer almalarını bekliyoruz. Ama ortada emekten yana bir hareket mi var diyenlere şu şekilde cevap verilebilir: “velev ki yok, seni neo-liberal kumpasa alet eden zorunluluk ne?”. Hadi parası olanı anladık, senin paran mı var kardeş? Tabii burada sol adına “kasetler” üzerinden muhalefet etmek ne ölçüde doğru? sorusu aklımıza gelebilir. Böyle bir eleştiri kendi içinde tutarlıdır. Onun için şunu da belki söylemek zorundayız o da gizli dinlemeler ile yapılan ifşaatların da ahlaki düzeyi çok aşağıdadır ve elbette suçtur.