Post-demokrasilerde gelenek-kimlik meseleleri

Geçen yazımızda üzerine değinmiştik. İtalyan, Portekiz faşizmi, Alman Nazizm’i gibi otoriter yönetimlerin ortaklaştıkları tek nokta “yeknesak” merkezi devlet biçimlerinden çok, dine dayalı geleneksel bir toplum yapısına dayanıyor olmasıdır. Bu otoriter yapılar gelenek-görenek üzerine kurulu kültürel haklar temelinde bir özgürlüğü içinde barındırır. Toplumu daha iyi kontrol edebilmek için, sosyal sınıfların çıkar çatışmalarını mümkün mertebe azaltmak amacıyla biat kültürünü toplumsal ilişkilere yerleştirmek isteyen bu anlayış, temelde hem siyasal güce karşı sessiz bir halk, hem de sermaye’nin boyunduruğunu sorgusuz sualsiz kabul eden emekçiler ister. Toplumlar siyasal erk’e karşı biat etmeyi “gönüllü” olarak kabul edebilecekleri tek alan din temelli gelenek, göreneklerdir. Bu alanın sınırsız özgürleşmesi, toplum çıkar çatışmalarını da, sınıfsal bir yaklaşımdan uzaklaştırıp, kültürel zemine oturtmaktadır. Örneğin her yere medeniyet getiren tek din Hıristiyanlık, tek üstün ırk “Ari” ırkı gibi… Kişisel farklılıklar üzerinde kurgulanan “hak” arayışları, toplum mücadelelerini “farklı kültürde olanların” çoğunluk kültürüne karşı mücadelesi şekline dönüştürmektedir. Ama tabii bu tür sosyal hareketler 20’nci yüzyıl başındaki faşist devletlerin otoriter yapısı dolayısıyla vuku bulmamıştır. Fakat “faşizm”, gelenekleri ve görenekleri bir özgürlük formu olarak sunduğu düşünce alt yapısını o günlerden bu günlere taşımıştır. Bu bağlamda 1789’un “eşitlik” temeli üzerine kurulu, sosyal barışı tesis edecek olan “vatandaşlık” kavramı faşistler için, korporatist düzen çerçevesinde emek barışı sağlamak ve savaşa karşı herkesi birleştirmek manası dışında, sorunlu olmuştur. Çünkü eşitlik ilkesi üzerine de kurulu olan Fransız burjuva devrimi, sosyalist ve komünist fikirlerin gelişmesine yol açmıştır. Aynı zamanda bu hak mücadeleleri burjuvazinin emekçilerle uzlaşma yollarını aramasına neden olup, buna yönelik olarak sosyal haklar ve sosyal politikaların uygulanmasına sebep olmuştur. Tüm bu gelişmeler liberaller (Bastiat, Tocqueville, Malthus, Colson, Garnier vs….) ve faşistler için (Salazar, Musolini, Vallois, de Molinari vs…) topluma yüklenen ve solun elini güçlendirmekten başka bir işe yaramayan fazladan birer “sosyal maliyettir”. Üstelik bu maliyeti sermaye vergiler yoluyla daha fazla çekmektedir. Rousseau’nun Vatandaşlık kavramının içinde “eşitlik” ilkesi vardır. Dolayısıyla “karşılıksız” bir haktır ve üstelik bu hakka herkes sahip olacağı için bir diğerini “yok” etmek üzerine kurulu olmayacaktır. Fakat tabii uygulama öyle olmamıştır ve aslında eşitlik ilkesi içinde burjuvazi ve siyasi yöneticiler emekçiye nazaran daha imtiyazlı haklara olmuşlardır. Fakat bir ama’sı vardır. O da vatandaşlık kavramı kendi içinde sınıf çatışmalarına dayalı bir toplumsal mücadele alanı açmıştır. Bu mücadelenin temel amacı da eşit vatandaşların, yoldaşların yaşadığı eşit bir topluma ulaşmaktır. Oysa geleneksel kavramlar ve haklar mücadelesi doğası itibarıyla içinde bir “bütünü” barındırmaz. Dolayısıyla her iki mücadelenin amaçları farklıdır. Mesela sosyal mücadelenin amacı “eşitliktir” ve bundan dolayı burjuvaziye karşı bir mücadeledir. Oysa gelenek-kimlik mücadelesinin amacı “karşı” kimliğe-geleneğe saldırıdır, onu en azından geriletmek üzerine kuruludur. O karşı kimlikte-görenekte olan işçide olabilir, sermayedar’da olabilir. Bu bağlamda kendi karşıt kimlikteki sınıfını “yok” etmek üzerinedir, ya da en azından onu “pasifize” edecektir, onunla kendi arasında mesafe yaratacaktır. Bu durumda “çoğunluk”, kimlik, “gelenek” üzerinden hak arayan yine kendi sınıfından olan “azınlığa” karşı bilenecektir. Bu gelişim üç durumu güçlendirir. İlki “vatandaşlık” ilkesi çerçevesinde “eşitlik” prensibi ortadan kalkacak, yerine gelenek-kimlik üzerinden bir özgürlük mücadelesi başlayacaktır. Böylece özgürlüğün tanımı sınıf mücadelelerinden kimlik mücadelelerine kayacak ve birçok “ayrımcı” otonom alanların oluşmasına neden olacaktır. Fakat tek değişmeyen ise tüm bu farklı kimlik ve geleneklerde hiç birinin diğerine “eşit” olmamasıdır. Zihinsel ve bilgi anlamında yorucu ve yararsız mücadele bu sefer kalın duvarların arkasından devam edecektir. İkincisi sınıf çatışmalarından çok toplumsal gelenek ve kimlik üzerinden yapılan bir hak arama mücadelesi hem sermayenin, hem de siyasal erk’in işine gelmektedir. Çünkü bu tür mücadele alanı, sol’un sosyalizmin sendikalar, sol siyasal partiler gibi mücadele araçlarını da bir bir ellerinden alacaktır. Sol sınıf çatışmaları ekseni çerçevesinde kimlik-gelenek mücadelesi yapanlara ulaşması mümkün değildir. Üstelik gelenekselin özgürlük alanı kendinden olana “biat” etmeyi gerektiğinden siyasal erk’in emekçileri daha rahat kontrol etmesine ve “ateist” sol hareketlerden daha fazla ayrışmasına neden olacaktır. Tıpkı Salazar’ın Portekiz’inde, Vichy hükümetinde olduğu gibi. Zaten faşizmin etkilendiği sosyal-katolik liberallerin amacı gelenekler üzerine oluşturulan Katolik işçi birlikleri kurarak, onları sermaye ile uzlaştırarak sınıf mücadelelerinden koparmaktır. Bu yapılar ileride evirilerek korporatist faşist yapılara dönüşmüş ve fakat 1945’de yenilmiştir. Ama günümüzde neo-liberal politikaların önem kazanması ile birlikte özellikle işgücü piyasalarında yeniden bir neo-korporatist yapıya doğru gidilmektedir.

Günümüze daha yakından baktığımızda bugün artık bir rejim olarak faşizm’den söz edemeyiz belki ama uygulama açısından birçok benzerlikler görebiliriz. Zaten kötü olanda günümüzde faşizmin “görünür” olmayıp doğal ve kabul edilir olmasıdır. Aslında “doğru” fakat “eksik” olarak “faşizm” diye nitelendirdiğimiz görünür olaylar “kimlik ve gelenek” üzerinden haksızlığa uğrayanlarla sınırlı kalmaktadır. Örneğin bir Fransız’ın yabancı işçiyi ve onun kimliliğini düşman olarak görmesi elbette ırkçı ve bu bağlamda faşisttir denilebilir ama faşizmin “sebebi” değil “sonucudur”. Fransızların yabancılara karşı hoşgörüsüz olmasının altında yatan nedenler, 1789’dan miras, kendi sosyal devletlerinin yıkılıyor olmasıdır. Aynı durum eski komünist ülkelerde de geçerlidir. Tabii ki bu kişilerin yabancılara yaptıkları “kesinlikle” kabul edilemez ve en ağır şekilde cezalandırılması gerekir fakat asıl bu kişileri faşist tutuma iten sebepler nedir diye sorduğumuzda karşımıza 1789’un ve 1917’in yıkılması çıkar. Yani bir tarafta sosyal devletçiliğin, öbür tarafta sosyalizmin yıkılması vardır. Bu iki olay (yukarıda isimlerini verdiğimiz ve istenirse daha da ekleyebileceğimiz) 19 ve 20’nci yüzyıldaki çok önemli liberal ve daha az önemli faşist düşünürlerin arzu ettikleri bir gelişmedir. Her zaman için sosyal devletin sosyalizmi geliştirdiğini savunmuşlardır. Dolayısıyla öyle bir sistem kurulması gerekir ki, sermaye birikimine düşman, sosyal mücadeleleri ve sosyal politikaları en aza indirsin ve mümkünse kısıtlasın. Bu ancak kimlik - gelenek özgürlüğü ve ticari liberalizm çerçevesi içinde yeni bir demokratik anlayışı toplumlara benimsetmekle mümkün olabilir. Bu post-demokratik yapı, neo-liberalizmin piyasa mekanizmalarını iktisadi, sosyal, siyasal çatışmaların tek düzenleme aracı olarak topluma benimsetmesi ile beraber, “vatandaşlık” - “işçi sendikaları” gibi sermayeye karşı “kısmi” koruma sağlayan kurum ve tanımların yerini, bireyci gelenek-kimlik çatışmalarına ve onların STK’larına bırakmıştır. Toplumdaki duyarlıklar ve çatışma alanları dolayısıyla tamamen ter yüz olmuştur. Mesela genel kamuoyunun daha fazla duyarlı olduğu günümüz Türkiye’sindeki meseleler daha çok şunlar olabilir: “Türban mağduru genç kız, Kürtlere saldıran milliyetçi İzmirliler, Şırnak’ta polis otosuna Molotof kokteyli atan Kürtler vs…” bu örnekler çoğalabilir. Ama 13 yaşındaki işçi çocuğunun inşaattan düşüp ölmesi diğer örneklere nazaran çok az ilgi çekmektedir. Bu gelişmeler sermayeyi rahatsız etmeyecektir. Solcu, devrimci işçi sendikalarının kimlik-gelenek mücadeleleri karşısında önemsizleşmesi, uzlaşı kültürünün, çatışma kültürünün yerini alması, “işçi haklarına” kayıtsız olan burjuvazinin sosyal konular kapsamında kimlik ve gelenek sorunlarına daha fazla ilgi duymasına neden olacaktır. Son tahlilde kimlik-gelenek çatışması sermaye birikimini engelleyici doğrudan bir çatışma alanı değildir. Oysa 13 yaşında çocuğun inşaattan düşerek ölmesi kamuoyunda büyük tepkiler yaratabilseydi bu sermayenin elbette işine gelmemiş olacaktı. Bu bakımdan post-demokrasinin, eski demokrasiden en önemli farkı işleyişinde anti-demokratik unsurları içinde barındırıyor olmasıdır. Bir başka değişle post-demokratik sisteminin kendi içsel dinamiğinde sistemin zararlı bulduğu kesimlerin sistemden dışlanması vardır. Dolayısıyla herkesi kapsayıcı olmayan anti-demokratik süreçler post-demokrasinin vazgeçilmezidir. Neden? Çünkü 19’ncu ve 20’nci yüzyıl liberalizmi ile 20’nci yüzyıl sonu ve 21’nci yüzyıl başı neo-liberalizmi arasındaki en önemli fark, ilkinin bir arayış içinde olması ve dolayısıyla o zamanki sol muhalif güçlere karşı savunmada yer alıp sosyal ödünler vermesidir. Oysa ikincisinde liberaller, sola ve sisteme muhaliflerin güçlenmesine vesile bırakmayan bir sistemi kurmayı başardıklarından geçmişte olduğu gibi defansif değil ofansiftirler. Bu cesareti de sosyal devletçiliği, sosyalizmi, vatandaşlığı, yoldaşlığı yıkıp yerine birey, kimlik, din gibi sübjektif öğeleri bir toplumsal çatışma alanı olarak kabul ettirebilmeleri sayesinde sağlamaktadırlar.

Onun için tekrar günümüze geldiğimizde “biz nerede yanlış yaptık?” diyenlere merkezi bürokratik devlet yapılarıyla fazlaca ilgilenip, asıl kişileri ve düşünceleri kalıba sokan geleneksel, dinsel temalarla hesaplaşmamalarına bağlamaktayım. Ki o semboller Avrupa’da Faşizmi getirmiştir. Faşizmin ulusal devlet yapısı ise sadece bir uygulama biçimidir.