Liberal Sol'un Uzlaşmaları

Liberal sol'un ilk uzlaşısı Özal dönemindedir. Bu dönemde ki en büyük uzlaşı, piyasacılıkla, emek sömürüsüyle, hayali ihracatla ve sermayenin palazlandırılmasına geçit vermekle ilgilidir. Bu süreci kimi liberal solcular Özal'ı tümden destekleyerek tamamen dâhil olmuşlardır, kimileri de kerhen desteklemişlerdir. Özal karşıtı anti-emperyalist sol'un çoğunluğu hapislerde ve siyasi partileri ile sendikaları kapatılmış olduğundan, sola günümüzdeki gibi saldırılar yoktur. Üstelik genel olarak sol'da yer alanların tek ama önemli bir ortak dilleri vardır: o da 12 Eylül 1980 darbesine karşı olmak. Dolayısıyla Türkiye'de olan toplumsal sorunların kaynağı olarak Evren cuntası gösterilir. Bu süreç 90'lı yılların ve 2000'li yılların başına kadar devam etmiştir. Örneğin F tipi cezaevlerini protesto'da olsun, 1 Mayıs'larda polisin şiddet kullanmasında olsun, tüm bu gelişmelerin sebebi olarak 12 Eylül baş referans noktası olmuştur herkes için. Cunta'nın sol'a büyük darbe vurduğunu herkes, sol'un her cenahından olan kişilerce kabul edilen bir görüştür.

Tekrar Özal ile uzlaşmış liberal sol'a geldiğimizde, bu barışmanın alt yapısı, kapalılık-açıklık sorunsalı belirlemektedir. Türkiye 80 öncesi kapalı bir ekonomiye sahiptir, ama 80 sonrası ihracata yönelmiş, rekabetçi, dinamik dışa açık bir ekonomiye sahip olmuştur. Liberal sol'un Özal ile uzlaşması, ona methiyeler sunması aslında "darbeye" methiyeler sunmasıyla bir farkı yoktur. Dışa açıklık diye Krueger - Derviş çizgisini savunmaları kendileri haricinde geri kalan tüm sol garipsemiştir. Öyle ya ABD'nin dolaylı olarak müdahil olduğu darbenin ve 24 Ocak kararlarıyla beslenmiş olan 12 Eylül cuntasının ekonomi bakanının daha sonra da Başbakan olarak fikirlerini benimsemek darbecilerle aynı kefeye konulmak için yeterlidir. Fakat olmamıştır, çünkü Özal ile uzlaşan sol kesimler aynı zamanda demokrasi ve insan hakları âşıklarıdır ve dolayısıyla darbe karşıtıdırlar.

Bu "büyük" uzlaşıda yer alanlar, zamanla sınıfsal niteliklerini de yitirip sol söylemi bırakmak zorunda kaldılar, liberal oldular. Dolayısıyla bu eski sol grup mesela 90'larda Türkiye'deki toplumsal sorunların kaynağı olarak 12 Eylül'ü referans olarak vermedi. O zamanki iktisadi, siyasi sorunları genellikle milletin piyasadan habersiz olmasından, hala o 80 öncesi eski alışkanlıklarından kurtulamamasından kaynaklandığını söylediler. Hatta piyasa ile o kadar bütünleştiler ki kendilerine isim bile taktılar: "profesyonel iktisatçı". Aslında bu kelimenin altında muazzam bir ideoloji yatıyordu: o da liberal iktisat ve piyasa seviciliği. Dolayısıyla bu kesim, her toplumsal sorunu önce "iktisadi sorundur" diyerek cımbızla ayıklıyor, geri kalanını da "popülizm" diyerek noktayı koyuyorlardı. Her toplumsal sorunda sıkça kullandıkları "popülizm" terimin kullanılma sebebi, piyasacı olmayan, sermaye karşıtı olanları damgalamak içindir. Yani toplumsal sorunların baş aktörleri onlar için ne 12 Eylül, ne piyasacılıktır, tam tersi devletçi politikalarda ısrar eden bir avuç bürokrat, yazar, çizer takımındadır. Dolayısıyla bu kesimin en fazla saldırdığı taraf doğal olarak Özal'la uzlaşmayan sol'cular olmuştur.

90'lı yıllar bir popülist edebiyatıyla geçti. ABD ve IMF karşıtı her siyasi fikir, iktisadi düşünce, "popülist" diye damgalandı. Şimdi ki tarafgir solcuların sol'a hakaret ederken kullandıkları nasyonal sosyalist, veya faşist tanımlamalarını kullanmayıp, popülist diyorlardı. Popülist diye nitelendirdikleri kişiler aslında piyasacılığı ve sermaye düzeninin eleştirenlerdi, anti-emperyalist olanlardı. Yerel bir siyasetin mümkün olabileceğini savunanlardı. Daha da önemlisi devletçiliği, kamuculuğu, piyasacılığa karşı önerenlerdi. Bu tür fikirlerle gelenlerin hemen önüne finansman sorununu ortaya koyarlar, "iyi ama devlet harcamalarını nereden karşılayacaksın?" diye sorarlardı. Bir de sıkça tekrarlanan örnek devletten "nemalanan" bürokrat örneğidir. Liberal olmuş eski solculara göre bu tür nemalanmalar kapalı rejimlerde olur, oysa piyasa rejimi adam kayırmacılığı, dolandırıcılığı, devlet rantını ortadan kaldırmaktadır. Bunları söylerken 80 sonrasının batık bankerlerini, hayali ihracatçılarını, bir çok bankanın kasalarını soyup soğana çevirenleri ya unutuyorlardı veya popülizm edebiyatıyla topluma unutturmak istiyorlardı.

Sol, 80 sonrası Özal ile birlikte piyasa ile barışmıştı. Artarak süren emek sömürüsü, sermayenin palazlanması vs... bu kesimi rahatsız etmedi. Bu süreçte yine de bazı konularda hem fikir olunabiliyordu. Örneğin liberaller, sol siyasi partileri ve işçi sendikalarını şimdiki gibi tartışmaya açmıyordu veya üstlerine şimdiki gibi gitmiyordu. Neden mi? Birinci nedeni Özal'ın devrinin kapanmasıyla 90'lı yıllar bir ara dönemdi ve sermayenin tam olarak desteklediği bir siyasi parti, bir toplumsal proje ortada yoktu. Onun için bu süre zarfında sol'un sisteme eleştirileri onları (yani şimdi ki Tarafgir solcuları, o zamanın liberal solcularını) fazla etkilemiyordu. Onlarda, tıpkı sermayenin olduğu gibi bu belirsizlik durumundan muzdariptiler. Sistemle barışma, uzlaşma gibi niyetleri olmadı. İkinci nedeni ise hala sol siyasi partiler ve sendikalar demokrasinin gereği olarak düşünüyorlar ve gelişip toplumda güç kazanmasını destekliyorlardı. Çünkü o zaman AB devreye girmemişti, ABD güdümünde orta doğuda ılımlı İslam projesi, BOP barışı daha ortada yoktu. Soros ve tarikatçı fonlar, Türkiye'de sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla sol parti ve sendikaları tasfiye etme sürecine girmemişlerdi.

Liberal solun ikinci "büyük" uzlaşısı AKP iledir. Bu uzlaşının temel mimarları ulusal ve uluslararası sermaye destekli tarikatlar, sivil toplum örgütleri, ABD ve AB'dir. Amaç Türkiye'de ılımlı İslami geliştirmek ve devleti ona göre yeniden dönüştürmektir. Burada liberal sol, Özal döneminin aksine sadece tarikatçı sistemle uzlaşmıyordu aynı zamanda işbirliğine de soyunuyordu. Çünkü bu yeni dönemde önemli bir fark vardı: o da muhalefeti ılımlı bir hizaya çekme misyonu. Bunun için dışarıdan destekli sivil toplum kuruluşları, Soros fonları ve tarikat paraları tüm bu işler için seferber ediliyordu. Bunun sayesindedir ki, birçok yazar, çizer akademisyen önce solculuktan liberalliğe sonra da liberallikten İslamcılığa terfi ettiler. Bir kaçı da AKP'nin demokrasiyi ABD ölçütlerine göre formatlayıp aynı zamanda muhalefeti de hizaya çekmek istemesinden "sol" adına faydalanmak istediler. Bu süreç işte o kenarda köşede muhalefet eden sol liberallerin arayıp da bulamayacakları bir fırsat penceresi sundu. Günümüzde alttan alta sivil darbe planını tezgâhlayanların yanında olup sol siyasi parti ve işçi sendikalarına saldırarak kendilerine yer açmaya çabalamaktadırlar. İşin ilginç yanı bu eski solcular, yeni Tarafgir'ler günümüzde 12 Eylül cuntasının sağladığı tüm imkânlara yatıp kalkıp dua etmektedirler. Şimdi beraber siyaset yaptıkları adamları (İslamcılar, tarikatçılar ile piyasacılar) Evren ve cuntası palazlandırmıştır. Üstelik bir de bir zamanlar mücadele ettikleri faşistlerle dolaylı yoldan aynı fikirleri (örneğin okullarda türban takılma meselesi) savunur hale de gelmişlerdir. Tarafgir solcuların ve türevlerinin nasyonal sosyalistleri anti-emperyalist solcular arasında aramalarına gerek yoktur. Basındaki kendi yandaşlarına bakmaları yeterli olur. Beraber yürüdükleri (kim tutar onları!!!) AKP'lilerin içinde de sadece İslami siyasi kökenden gelenler yoktur, aynı zamanda bu partinin aşırı sağ unsurları da barındırdığını herkes bilmektedir, buna bir de ümmetçi radikal İslamcıları da ekleyebiliriz.

Günümüzde Tarafgir sol'la anti-emperyalist sol'un hiçbir ortak noktaları kalmamıştır. Hatta başa dönersek Tarafgir'lere göre 12 Eylül bile sorun olmaktan çıkmıştır. Çünkü onlara göre bütün toplumsal sorunların özü 1980 değil, 1923'dür, yani Cumhuriyet'in kuruluşu. Bundan sonra geriye ne kaldı? Söyleyeyim artık okları yaydan çıktığına göre 12 Eylül darbesini savunmaları kaldı. "12 Eylül darbesi sol'u tasfiye etme konusunda haklıydı" demeleri kaldı. Deniz'leri, Sivas katliamını Ergenekon'a bağlayanlar, pekâlâ "eski Ergenekon nasyonal sosyalist bozuntularını iyi ki 12 Eylül cuntası canlarına okudu" diyebilirler. Ben bekliyorum, bu lafa çok az kaldı.