Demokrasi kendi başına ne anlam ifade ediyor?

Yazının başlığı olan yukarıdaki soruya, bugünkü neo-liberalizmin 30’lu yıllardaki Hayek, von Mises ile beraber en önemli düşünürü olan Louis Rougier, “hiçbir şey ifade etmiyor” diyor. Neden böyle bir şey söylüyor? Çünkü Rougier’ye göre liberal rejimlerin iki ayağından biri olan demokratik düzen, aynı zamanda liberalizmin düşmanlarının da güçlenmesine vesile olmaktadır. Bu istenmeyen gelişme liberalizmin iki ayağından ikincisi olan insan hakları ve özgürlükler ile de oldukça ilintilidir. Sınırsız özgürlükler liberalizm düşmanlarının güçlenmesine vesile olmaktadır. Neo-liberal yazarlara göre (Mises, Hayek, Rougier vs…) demokrasi düşmanları faşistler ve komünistlerdir. Bu iki farklı ideolojinin “tek” bir ideoloji olduğu fikrinin temeli, iki düşüncenin de salt merkezi kurumsal yapılar üzerine inşa edilmesinden kaynaklanmaktadır. Liberalizme düşman bu iki öğretinin gelişmesinde en önemli katkı Rousseau’cu Cumhuriyet’in ilkeleridir. Özellikle Rougier’nin eleştirdiği Fransız devriminin “eşitlik” prensibidir. Bu ilke, ucu açık yorumlara fırsat veren yaklaşımlara yol açmaktadır. Jean-Jacques Rousseau’nun “Contrat Social”in de eşitlik prensibi toplumun genel çıkarları doğrultusunda yorumlanması gerekir. İşte bu tepeden inmeci toplum çıkarı üzerine kurgulanmış olan Cumhuriyet ilkeleri, demokratik yaşamda demokrasi düşmanı “komünist ve faşist” fikirlerin daha rahat gelişmesini sağlamaktadır. Onun için geçen yüzyılın neo-liberal yazarları, liberalizme karşıt görüşlerin yaşamasına fırsat verilmeyecek şekilde, eski “laissez faire, laissez passer” liberal düzenini yeniden dönüştürmeyi önerirler.

Hayek, von Mises, Lippman’ın geçen yüzyılın ortalarında savundukları fikirlerin günümüzde uygulama safhasında olduğunu biliyoruz. Yeni liberalizmin yeni siyasetini anlatmak için kullanılan “iyi yönetişim”, “post-Washington uzlaşısı” gibi terimler, devletin verimlilik esasına dayalı piyasa mantığı çerçevesinde yeniden yapılanmasını tanımlamaktadır. “Şeffaflık ve herkese söz hakkı”, yani kısacası demokrasinin toplumun her kesimini kucaklayıcı olduğu iddiası, bu küresel projenin en önemli tarafıdır. Fakat bu yeni liberalizmin yeni siyasetinin bir diğer yanı ise aynı açıklık ve şeffaflığın iş piyasalarında da olması gerektiği üzerine olan ilkeleridir. Karşılıklı uzlaşının, şeffaflığın, empati kurmanın iş piyasalarında anlamı “esnekliktir”. Başka bir deyişle işsizlik sorununa çare bulmanın yolu emekçilerin daha fazla sömürülmesinden geçmektedir. Mesela yarım gün istihdamın arttırılması, çalışanlarda staj, öğrenme sürelerinin uzaması iş güvenliğinin ortadan kaldırılması, işten çıkarılmaların kolaylaştırılması, her ne kadar doğrudan söylenmese de kayıt dışı istihdamın alttan alta teşvik edilmesi, haftalık çalışma sürelerinin uzaması vs... gibi. Bu gelişmeler sadece çevre ülkeleri ilgilendirmemektedir, aynı zamanda merkez-kapitalist ülke iş piyasaları da bu prensipler çerçevesinde yeniden yapılandırılmaktadır. Çevre ve merkez ülkelerden oluşan küreselleşen ekonomilerin ortak dinamizmi bir taraftan iş piyasalarda esneklik uygulamalarının genişletilmesi olurken, öte taraftan da piyasa odaklı yeni bir siyasetin kurumlarının oluşturulmasıdır. Bireylerin özgürlüğünü bankaların kredi kartları vasıtasıyla gerçekleşecek olan tüketim özgürlüğü şeklinde gören bu anlayış, aynı zamanda kişisel hak ve taleplerin yerel otoriteler tarafından seslerinin duyulmasına da önemser. Bu açıdan her alanda şeffaflığı, diyalogu, uzlaşıyı savunur. Bu durum birçok entelektüelin süreci olumlamasına neden olabilir ama unutulmamalıdır ki yeni siyasetin en önemli ayağı neo-liberalizmdir ve eskisine nazaran en önemli değişikliği emek sömürüsünü kurallaştırması, legalize etmesidir. Hatta biraz daha ileri gitmemiz gerekirse yeni siyasetin “sözde” demokratik olması, bireyleri yine “sözde” dinliyor olmasının asıl amacı iş piyasalarındaki esnekliğinin çalışan sınıflar üzerindeki olumsuz etkisini azaltmak içindir. Bankaların alt kesimlere sağladığı tüketici kredileri de bu sürecin “kazasız” atlatılmasını amaçlamaktadır. Bununla beraber yeni siyasetin biçimlendirdiği ulus devletlerin eskiden kullandığı tüm semboller değişmektedir. Örneğin “vatandaşlık” kavramı bunlardan bir tanesidir. Bunun yerine “hane halkları”, “birey” vs… gibi terimler kullanılmaktadır. Vatandaşlık kavramının sona ermesi aynı zamanda sosyal sınıflarında toplumdaki hak ve hukuklarının zayıflamasına neden olmaktadır. Özellikle emekçi sınıfının siyasal partiler ve sendikalar yoluyla temsil edilmesi gittikçe zayıflamaktadır, buna mukabil yeni siyasetin aktörü konumuna yükselen STK’lar emekçi sınıfın sorunlarına, “fakirlik”, “genç işsizliği”, “kadınların eşitsizliği” gibi çalışma başlıklarıyla toplumsal sorunlara daha fazla cinsiyetçi bir yaklaşımla eğilmelerine neden olmaktadır. Bu yaklaşım ekonomik yaşamdaki sorunların çözümü için birçok araştırmacıya, STK’lara, üniversitelere “yöntem” sunmaktadır. Buradan yola çıkarak iş piyasalarının nasıl esnek olması gerektiği üzerine araştırma yapan kimi STK’lar ve üniversiteler için çalışmalarında emekçilerden ziyade kişilerin özellikleri ön plana alan bir bakış açısını benimsemelerine neden olmaktadır. Böylece örneğin “yarım gün istihdam projeleri için” kadınların ve çocukların bu iş için ideal olmasını savunmak daha kolay olacaktır. Veyahut “iş piyasalarının esnek olması birçok kadının ve çalışma yaşına gelmiş gencin iş bulmalarına olanak tanıyacaktır” denilebilecektir. İyi yönetişim, Post-Washington uzlaşıları, Arap baharları, Yeni Dünya Düzeni vs... tüm bu fikirlerin toplumda kolayca savunabilmenin yolunu açmaktadır. Dolayısıyla “iyi yönetişim”i savunurken işin sadece siyasal boyutunu değil ekonomik boyutunu da göz önüne almakta yarar vardır.

Son olarak tekrar en başta yazdıklarımıza dönersek eğer, yeni liberalizmin yeni siyaset anlayışı Rougier’nin arzuladığı gibi, toplumdaki özgürlükleri yeni toplumsal kodlar ve kurallar yoluyla sınırlamıştır. Yeni kurallar, liberalizmi, piyasaları sorgulayan, sınıf siyaseti yapan baskı gruplarını ve siyasal partilerin gelişmesine izin vermemektedir. Artık yeni siyasetin kendine yakın sağ ve sol partileri olacaktır. Türkiye’de bu durum tüm çıplaklığı ile görülmektedir. Devletin kendi sembolleri ve kullandığı retorikler değişmektedir. Örneğin en son 29 Ekim kutlamalarında yaşananlar ve sonrasında, 10 Kasım törenleri bunun göstergeleridir. Önem bakımından kutlu doğum haftaları, Cumhuriyet bayramlarının önüne geçmiştir. Örneğin küçümseyici olarak kullanılan “Beyaz Türk” kavramı ve “İzmir halkı” Cumhuriyet ile sembolleştirilmek istenilmektedir. Kimi çevreler tarafından darbecilikle, kimileri tarafından gericilikle suçlanan bu kesimler, her türlü ilerlemenin, örneğin sivilleşmenin önünde engel olarak görülmektedir. Oysa Beyaz Türk bir sosyal sınıftır, belki birkaç sosyal sınıfın birleşimi olan bir kavramdır, İzmir ise bir şehir adıdır ve her ikisi de “sivildir” ve “seçmendir”… Bu kesimlerin “milliyetçi” söylemleri yeni siyasette eleştiri konusu olmaktadır. Bu kesimlerin Türkiye siyasetinden kovulmak istenilmesinin önemli nedeni, ikisinin de AKP iktidarını eleştiriyor olmasıdır. Ama Türkiye’de AKP salt iktidar değildir, iktidardan öte Türkiye devletini “İslamcı neo-liberalizm” temelleri üzerine yeniden yapılandırma misyonunu üstünde taşıyan bir parti konumundadır. Demek ki, yeni siyasetin yapıcısı, uygulayıcısıdır. Onun için bu türden eleştiriler doğrudan yeni kurulan sistemi hedef aldığından hükümet tarafından “tehlikeli” olarak görülmektedir. Neo-liberalizmin önemli düşünürlerinden Louis Rougier’de 1930’larda liberalizm karşıtı sosyal hareketleri aynı şekilde “sağ ve sol milliyetçi” söyleme sahip oldukları için eleştirmektedir. Ona göre liberalizmin aşırı derecede özgürlüğünden yararlanmış olan bu kesimler sistem için tehlike arz etmektedirler (L. Rougier, Les mystiques économiques, 1929). Onun içindir ki “yeni” liberalizmin “eskisine” olan farkı bu kesimlerin siyaset yapmasını engellemek üzerine odaklanmaktadır. Bu “yasaklı” olması gereken hareketlerin ortak özellikleri piyasayı sorgulayan ve çatışmacı olmalarıdır. Oysa sistemi sorgulamayan “uzlaşmacı” siyasi hareketlere ihtiyaç vardır. O zaman tabii ki bu söyleme göre tepeden inmeci her türlü siyasi hareket, sol sosyalist hareketler eleştiri konusu olacak ve engellenecektir. Tıpkı Rougier, Hayek, von Mises’in yeni bir liberal düzeni kurmak için sosyalistleri Nazi olarak ilan edip, onlar üzerinde cadı avı başlatmaları gibi. O zaman hem ikinci dünya savaşı sonrası ABD’de Komünist avcısı Mc Carty’yi eleştirip hem de sosyalistlere Nazi diyebilir miyiz? Ya da emek eksenli düşünüp sendikacılığa vurgu yapıp sonrasında sınıfsal antagonizmanın etkisini yok edici yerel-özel işbirlikleri geliştiren, esnek iş piyasalarını savunan iyi yönetişim modellerini olumlayabilir miyiz? Son bir soru o zaman son olarak 1973’de Şili’de kamucu, sosyalist planlamadan yana Alende’yi deviren Hayek yanlısı Pinochet nasıl biriydi? Yoksa sadece Alende’yi sevmenin tek nedeni demokratik yollardan iktidara gelmesi miydi?


* Doç. Dr., Galatasaray Üniversitesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi,(e-mail: [email protected])