Tek vatan, tek devlet, kaç millet?

Akrep gibisin kardeşim,

korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

(…) 

Bir değil,

           beş değil,

                      yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim,

gocuklu celep kaldırınca sopasını

sürüye katılıverirsin hemen

(…)

Ve bu dünyada, bu zulüm

                                    senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

                      kabahat senin,

                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —

                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

 

Kenan, yeni tanıştığı Günsel’in ağzından bu şiiri dinleyince, genç kadına iyice vurulur. Ondan zaten ilk görüşte çok etkilenmiştir, bir arkadaş grubuyla gittikleri içkili mekânda yan yana düşerler, sohbet ederler. Günsel saçlarını hızlı bir el hareketiyle toplayıverince Kenan o güzellik ve zarafet karşısında gayrı ihtiyari “yapma öyle” deyiverir. Sonra Günsel, ekibin ısrarı üzerine Nazım Hikmet’in “Dünyanın en tuhaf mahluku” şiirini okur.

Geçenlerde yitirdiğimiz, Türk edebiyatının anıtsal romancılarından Vedat Türkali’nin en çok bilinen eseri “Bir Gün Tek Başına”dan bir sahnedir yukarıdaki. Olaylar 1959-60 yıllarında geçer. Üniversiteli gençlikteki anti-otoriter kımıldanma günden güne artmakta ve adeta 1960’lardaki devrimci uyanışı muştulamaktadır. Romanın son sayfalarına geldiğimizde tarih 27 Mayıs 1960’tır.

Ancak gizli TKP’ye üyelik suçlamasıyla zamanında içeri alınmış ve az bir polis şiddeti karşısında yılgınlığa düşmüş Kenan’ın da, devrimci heyecanının başlarındaki genç Günsel’in de, romandaki diğer devrimci karakterlerin de baskın hissiyatı hiç şüphesiz Nazım’ın 1947’de yazdığı şiirdeki ruh haliyle aynıdır.

Bu insanlar azdırlar, yalnızdırlar, ödedikleri onca bedele rağmen emekçilerle aralarında uçurumlar, hatta okyanuslar vardır. Hem 1950 öncesinde hem de sonrasında Türkiye’de değil komünist olmak, solcu aydın olmak bile büyük bedel ödemeyi göze almak demektir. “Akrep gibisin” diye başlayan şiir, roman kahramanlarının duygularına tercüman olmaktadır.

***

Gerçekten de 1951’deki büyük tevkifattan sonra fiilen dağılmış bir parti vardır ve fırtınaya karşı yürüyerek bir şeyler yapmaya çalışan cesur Hikmet Kıvılcımlı dışında memlekette devrimci siyaset namına elle tutulur pek bir aktör ve de etkinlik kalmamıştır.

Halk yığınlarının “akrep gibi korkak, serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı, derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan tuhaf” olmaktan çıkmaya başladığı dönem ise kabaca 1960-1980 arasıdır.

12 Eylül’ün yarattığı tahribatı biliyoruz, hepimiz ezberledik ve ezberlettik artık. Devletten ve sermayeden bağımsız toplumsal örgütlenmelerin ezildiği veya gerilediği, meydanın tarikatlar ve cemaatlere kaldığı o dönem şu an içinde bulunduğumuz karanlıkta önemli pay sahibi.

Ancak toplumun önemli bir kısmının Amok Koşucusu gibi, malum şahsın iktidarında cisimleşen yağma, yalan ve baskı rejiminin ardından gitmeye devam ettiği mevcut karanlığın faturasını 12 Eylül’e kesip işin içinden çıkmak mümkün mü?

Ne 1989 yerel seçimlerinden birinci çıkan SHP’nin şansını iyi kullanamaması ve yerini İslamcı belediyeciliğe bırakması, ne de Sovyetlerin dağılmasının yol açtığı moral bozukluğuna ve liberalizmin ideolojik zaferini ilan etmesine rağmen 90’lı yıllarda sosyalist solun bugünkünden daha güçlü olması unutulur.

***

Şu sebepten veya bu sebepten, gelinen nokta hiç iç de açıcı değil. Toplum şu anda siyasal kimlikler bağlamında AKP’nin iktidara geldiği 2002’deki toplum değil. Aztekler, Mayalar gibi tarihe karışmış bulunan cumhuriyetçi sağın o seçimdeki çökmüş haliyle bile oy toplamı ciddi bir yekûn oluşturuyordu.

RTE/AKP iktidarı, git gide şiddetlenen toplumsal kutuplaşma ortamında yeni bir insan tipi yarattı. Toplumun bir kısmını oluşturan, ancak genel nüfusta çoğunlukta olup olmadıkları şüpheli olsa da siyasal kimlikler arasında mensubu en fazla grubu teşkil eden “günümüz akrepleri”nin en önemli özelliği haklılığa değil güce meyletmeleri.

Ahlaki üstünlükle ya da çok doğru argümanlarla ikna edilmesi olanaksızlaşmış bu kitle, bazılarının zannettiği gibi ahmaklık veya cehaletle malul değil. Daha doğrusu siyasal tercihlerinin ahmaklık ya da cahillikle ilgisi yok.

Her ne yapıyorlarsa bilerek, isteyerek, bir “dava”ya inanarak yapıyorlar. İktidarın hata, başarısızlık, kötülük ve rezilliklerini meşrulaştırırken kullandıkları savlar dışarıdan bakınca ahmakça görünebilir, lakin bunun hiçbir önemi yok.

***

Yolsuzluklar ortalığa saçıldığında “çalıyorlar ama çalışıyorlar”, “diğerleri de çalmayacak mı” diyorlar. Şantaj, montaj, dublaja hemen ikna oluyorlar.

İsrail’le ilişkilerin kötüleşmesini alkışlıyorlar. 20 milyon dolar karşılığı iyileşmesini de alkışlıyorlar. Rus uçağının düşürülmesinden kıvanç duyuyorlar. Özür dilenip ilişkilerin toparlanmak istenmesini de destekliyorlar.

Rejimin bağrındaki kuruluşlardan Ensar Vakfı ile bağlantılı çocuk tecavüzü vakalarına ilişkin, buzdağının görünen ucundan ibaret gerçekler ifşa oluyor, sineye çekiyorlar. Ekonomi kötü gidiyor onu da sineye çekiyorlar. 2015’teki seçimlere ana muhalefet partisi, AKP’li yıllardaki en iddialı seçim bildirgesiyle giriyor, özenle hazırlanmış sosyal politikalara “kaynak nerde?” diye yaklaşıyorlar. Asgari ücretin 1500 lira olması akıllarına yatmazken, 1300 lira olacak diyen iktidar partisine oy veriyorlar.

AKP, CHP’nin 7 Haziran’daki vaatlerinin gördüğü ilgiden işkillenip 1 Kasım’a onların taklitleriyle giriyor. Meğer boşuna endişelenmişler. CHP her zaman aldığı oyu alıyor, AKP ise umduğundan fazlasını.

“Analar ağlamasın” denilerek İmralı ve PKK ile yeni anayasanın içeriği de dâhil olmak üzere pek çok konuda pazarlık yürütülmesini onaylıyorlar. “Terörün kökünü kazıyacağız” dendiğinde onu zaten alkışlıyorlar. Bakanların, başbakan yardımcılarının Öcalan’ı övüp durmasından tutun da Dolmabahçe’de HDP’lilerle fotoğraf verilmesine kadar hiçbir şeyden rahatsızlık duymuyorlar, ancak müzakereler kesilip savaş yeniden başlayınca, ne alakası varsa “terör destekçiliği” ihalesinin bir anda CHP’ye kalmasını anlamlı buluyorlar.

Memleket kan gölüne dönüyor, Cumhuriyet tarihinin en büyük terörist katliamları 1 seneye sığıyor, ancak fatura bir memleketi yönetenlere kesilmiyor. Turizm bitiyor, esnaf ağlayıp sızlanıyor, ama bir Allahın kulu da dönüp iktidara “sizin yüzünüzden böyle oldu” demiyor.

Sokaklardaki Suriyelilerden nefret ediyorlar, ancak onların sokaklarda olmasıyla RTE/AKP politikaları arasında ilişki kurmuyorlar. Zihinlerinde hasbelkader kurarlarsa da bunun politik bir sonucu olmuyor.

7 Haziran’dan sonra halka açıkça ‘tek parti iktidarı yoksa kan dökülür’ diye şantaj yapılıyor, Kürtlere hitap edilirken “biz gidersek beyaz Toroslar gelir” deniyor, bir anda arka arkaya şehit cenazeleri gelmeye başlıyor. Kimi cenazelerde tepkiler de oluyor, medya sansürü devreye giriyor. Ancak “bize ne hakla bu kanlı şantajı yaparsınız” demek yerine “alın size iktidar, verin bize istikrar” diyorlar. Yüzde 45 bekleyen AKP’ye 49,5 veriyorlar. Kan döküldükçe oyunun arttığını gören AKP frene değil gaza basıyor. Başkanlığı tekrar gündemine alıyor. İstikrar hak getire. Desteğiyse gene azalmıyor.

Ve gelelim FETÖ’ye. “Kandırıldık” komikliğine “inanmayı” tercih ediyorlar. Bu yalanın deşilmesinden geçtim, “böyle kandırılana memleket mi teslim edilir” diyen bile çıkmıyor. AKP, dönem dönem farklı düzey ve yoğunlukta rabıtalar içinde bulunduğu PKK, IŞİD ve FETÖ hakkında “hepsi el ele, bize karşı birleştiler” dediğinde buna da inanıyorlar.

***

Bunları uzun uzun, karamsarlık yaymak için yazmadım. Yalnızca bir gerçeklikle yüzleşme ve ona uygun yeni siyasal doktrinlerin benimsenmesi gerekliliğine işaret etmeye çalışıyorum.

Eğer Türkiye halkını ulus yapan ortak değerler, ortak semboller, ortak kaygılar ve ortak gelecek tasavvuru anlamında müşterek bir şey kalmadıysa; bizler aynı sınırlar içinde zoraki yaşayan iki (Kürtleri de sayarsanız üç) halka dönüşmüşsek…

Çekoslovakya’daki gibi “medeni boşanma” lüzumsuz bir fantezidir, ancak evleri ayırmasak da salonu ortak kullanım alanı olarak muhafaza edip odaları ayırmak bir seçenektir.

 

Not: Akademik çalışmalarımdan ötürü bir-iki ay kadar yazılarıma ara vereceğim. Uzun bir ayrılık olmayacak. Tüm okurlarımızı 4 Eylül’de İstanbul Kartal’daki, memlekete hâkim olan sahte “milli mutabakat” havasını dağıtmakta önemli rol oynayacağına inandığım partiler-üstü mitinge davet ediyorum.