Halk boykotu

14 Haziran’ı 15’ine bağlayan geceyarısından sonraydı. Yıl 2013. Yani Gezi günleri.

Sabahın ilk saatlerinde İstanbul Beyoğlu’ndaki Makine Mühendisleri Odası’nın toplantı salonlarından birinde hararetli bir tartışma yaşanıyordu.

Taksim Dayanışması’nın Gezi Parkı’nı artık tahliyeye başlama ve parkta Dayanışma’yı temsilen bir çadır bırakma kararı alınmış mıydı yoksa alınmaya mı çalışılıyordu tam hatırlamıyorum (galiba ikincisiydi). Toplantıda irili ufaklı örgütlü yapıların temsilcileri ve benim gibi, örgütsel kimliğiyle orada bulunmayan “düz vatandaşlar” vardı.

Genel eğilim parkı boşaltmaya başlayıp temsili bir çadır bırakma yönündeydi. Üye sayısı birkaç yüz kişilik gruplardan çok daha fazla olan partiler ve kitle kuruluşları deyim yerindeyse daha “olgun” ve “sorumlu” bir tutum benimsemişti.

Ayrıntılarına burada giremeyeceğim çeşitli gerekçelerle belirli kazanımlar elde edildiğini ve direnişi sündürmemek gerektiğini, parkın devlet zoruyla değil halkın inisyatifiyle boşaltılmasının daha iyi olacağını savunuyordu bu küme.

Diğer yanda ise üye toplamı dört basamaklı sayılardan çok geride, bir takım keskin ve radikal gruplar vardı. Parkın boşaltılmasına karşı çıkıyorlardı. Herhalde sabahın 4’ü sularında, hazerunun olanca yorgunluğu ve sinirlerinin yıpranmışlığının da etkisiyle, büyük bir bağırış çağırış koptu. Kavgaya ramak kalmıştı. Söz konusu gruplardan birinin temsilcisinin “Biz barikat kurmayı Denizlerden öğrendik!” diye bağırdığını hatırlıyorum.

Bu tartışmadan yaklaşık 12 saat sonra polis yoğun gaz bombardımanı ile parka saldırdı. Taksim Dayanışması’nın parkı kendisinin boşaltması T.Erdoğan için bir tür başarısızlık olacaktı. Halbuki halktan yediği şamarla sarsılan, soluğu Kuzey Afrika’da alan Erdoğan’ın bir zafere, fethe ihtiyacı vardı.

Gazdan göz gözü görmüyordu ve o cumartesi akşamüzeri on binlerce insan parkı kaçışarak boşaltmak zorunda kaldı. “Barikat kurmayı Denizlerden öğrenenler” dahil.

***

81 ilin 80’inde (Bayburt hariç) iki hafta boyunca 3,5 milyon insan sokağa çıkmıştı. Hasan Tahsin’in kurşunu misali direnişi ateşleyen elbette onlarca parti, STK ve kitle kuruluşunu içeren Taksim Dayanışması’ydı. Ancak halk yığınları sokağa dökülürken bunu herhangi bir örgüte sormadan yapmıştı.

Gezi devrimci bir ayaklanmaydı, Gezi kültürü “yeni bir yaşam”ın habercisiydi ve Taksim’de iki hafta boyunca ömre bedel bir komün hayatı yaşandı. Ancak tüm bunlar büyük oranda kendiliğinden olmuştu. Bunu kendiliğindencilik övgüsü olarak söylemiyorum ama bu böyleydi. Herhangi bir siyasi örgüt, bayraklarıyla bu yığının önüne geçip kendini devrimin öncü kuvveti olarak hayal etmekte elbette serbestti. Lakin bu bir yanılsamadan başka bir şey olmazdı.

Erdoğan’ın geçen Cumartesi “Gezi Parkı’na o tarihi eser inşa edilecek, cesur olacağız” sözlerine maruz kalınca işte tüm bunları hatırladım. Daha doğrusu o sözlere sosyal medyadan verilen tepkileri okuyunca.

Pek çok kişi Erdoğan’ın meydan okumasına sosyal medyadan “karşı-meydan okuma” ile yanıt verdi. Genel hissiyat ya da umulan şey, parka yönelik yeni bir inşaat hamlesinin İkinci Gezi’yi başlatması.

Şahsen bunu ben de umarım. Ancak koşullar çok değişmişken tarihin mekanik bir tekrarına “kesin olacak şey” gözüyle bakmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

***

Türkiye’de son gelişmelerle bir içsavaş olasılığı daha yüksek sesle (ve tabii endişeyle, korkuyla) dile getirilir oldu. Hiç şüphe yok ki RTE/AKP rejimi bunun yüzde 99 değil, yüzde 100 sorumlusudur. Erdoğan’ın emekliye ayrılan bir bürokrata söylediği iddia edilen “içsavaş çıkarsa çıksın, ezer geçeriz” sözlerinin Saray tarafından yalanlanmamış olması alarm zillerini çaldırıyor.

Haftasonu İstanbul Cihangir’deki bir mekana ya da iki hafta önce Adana Pozantı’da Alevi derneklerinin pikniğine yönelik saldırılar ve benzeri olaylar insanların kendi can ve mal güvenliklerini, yaşam alanlarını korumak için meşru müdafaada bulunmak zorunda kalabileceğini gösteriyor. Önce Beyoğlu Belediye Başkanı’nın, ardından da Erdoğan’ın Cihangir’deki saldırıyı adeta sahiplenmesi tehlikenin yakınlığı hakkında fikir verici.

Nefsi müdafaa amaçlı örgütlenme insanımızın mahallelisiyle, arkadaşlarıyla, eşiyle dostuyla üçerli, beşerli, onarlı gruplar halinde bir araya gelmesiyle başlar. Hiç şüphe yok ki bu iş tvit atmakla olmaz.

Yaşam alanlarımızı savunmak zorunda kalmamayı elbette tercih ederiz. Kim örgütlenmiş lumpen güruhların saldırısına uğramak ister ki. Ancak tercih başka şeydir önlem almak başka şey.

Faşizm zembereğinden boşaldığında ise ekonomiyi, hatta hayatı durduracak bir sivil itaatsizlik, kan dökmeye kararlı bir devlet gücü ve onun paramiliter/mafyöz yan unsurları karşısında etkili olabilir. Milyonlarca insanın bir süre işe, okula gitmemesi, seyahat etmemesi, alışveriş yapmaması, kredi kartı kullanmaması, fatura ödememesi, devlet dairelerine adım atmaması…

Yani bir halk boykotu.

O koşullarda Körfez ülkelerinden gelecek sıcak paranın haramilerin iktidarını ayakta tutmaya yeteceğini hiç sanmıyorum.