Emperyalist sistemin biçare elitleri 

(BEYRUT

Dün ABD merkezli bir düşünce kuruluşu olan Carnegie’nin Beyrut şubesinin düzenlediği konferansta idim. 

Carnegie, yüz yıldan uzun bir geçmişe sahip, ABD’nin en eski düşünce kuruluşu. Merkezi Washington’da. Soğuk Savaş bittikten sonra ABD dışındaki ilk şubesini 1994’te Moskova’da açmış. Günümüzde Brüksel, Pekin, Yeni Delhi ve Beyrut’ta da temsilcilikleri var. 

Carnegie ve benzeri düşünce kuruluşları emperyalist sistemin düşünsel ve akademik plandaki unsurlarıdır. Emperyalist sistemin ‘merkez’inde yer alan devletler ve hâkim sınıfların çıkarlarını tespit, teorize ve ifade ederler. 

Günümüzde Yükselen Pazarlar tabir edilen, küresel kapitalist sistemde ‘merkez’e dair özellikleri haiz olup halen kimi ‘çevre’sel nitelikler de ihtiva etmeye devam eden (ki bu zıtlık aslında onların küresel piyasalardaki rekabet gücünü arttırmaktadır) ülkelerin elitleriyle de sıkı ilişki ve iletişim içindedirler. 

Tabiatıyla yönetici ve danışman kadrolarının bir kısmını da doğrudan merkez ülkelerin eski politikacı ve üst düzey bürokratlarından istihdam ederler. Akademisyen kadroları da ideolojik olarak sermaye sınıfının organik aydınlarıdır. 

Öte yandan söz konusu think-tank’ler, hangi egemen sınıf ve katmanların çıkarlarının temsilcisi olduklarına bağlı olarak farklı yönelim ve ilgi alanlarına sahiptir. Diyelim ki ABD’deki Neo-Con siyasete yakın, stratejik düşünceci ve militarist müdahale eğilimli bir think-tank’in dünyaya enerji tekellerinin prizmasından bakıyor olması yüksek ihtimaldir. 

Liberal transnasyonalist ve diplomasinin her zaman güç kullanımına karşı üstünlüğü olması gerektiğini savunan bir düşünce kuruluşunun ise finans sermayesi tarafından besleniyor olması daha muhtemeldir. Tabii biraz kabaca anlattığımız bu farklı yaklaşımların donuk olduğu da düşünülmemelidir. Nasıl ki hükümetler politikalarını farklı opsiyonların bir karması şeklinde belirliyorlarsa (Trump’un Suriye’yi Rusya’ya “bırakacak” gibi görünürken İran’la tansiyonu yükseltme ihtimalinin yüksek olması gibi), think-tank’ler de “renkli” reçeteler hazırlayabilirler. 

***

Carnegie, az önce liberal transnasyonalist tabir ettiğimiz kategoride görülebilecek bir think-tank. “Barış”tan yana. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin yüz yılı aşkın izolasyonizmine son vermeye niyetlenen, uluslararası düzenin serbest ticaret, güçlü kurumlar ve etkili bir hukuk sistemiyle çerçevelenerek barışın hâkim kılınmasını savunan Başkan Woodrow Wilson’ın liberal enternasyonalizmi ile aynı dönemde kurulmuş. Halen de o misyonu sürdürme iddiasında. 

Tabii tahmin edeceğiniz gibi Trump’ın seçilmesi başta olmak üzere Batı dünyasında popülizmin yükselişini dehşetle karşılıyor. Dünkü konferansın ilk oturumu da bununla ilgiliydi zaten: “Hormonlu popülizm: Trump ve Avrupa”. 

Konuşmacılardan Marc Pierini, Avrupalı kimi politikacıların sürekli “Brüksel”i suçlarken AB’nin getirilerinin unutulduğunu, en basitinden AB projesinin Avrupa’ya barışı getirdiğini savundu. Fransa’da merkez sağın siyasal söylem bakımından aşırı sağın peşine takıldığını, insanların da bir şeyin aslı varken onun kopyasına prim vermediğini belirtti. Pierini’ye göre popülizmin yükselişi temelde seçmenin şu mesajına dayanıyor: “Siz politikacılar, bizi duymadınız”.  

Bir diğer konuşmacı Perry Cammack idi. Popülizmin ABD’de aslında köklü bir geçmişi olduğunu belirtti, Trump yandaşlarının anti-liberal olduğunu ancak anti-demokrat olmadıklarını öne sürdü ve ABD’nin yeni başkanını ekonomik milliyetçi olarak tanımladı. Trump’un neo-merkantilist bir yaklaşımla dış politikada ABD’nin en fazla ticaret yaptığı 10 ülkeye yoğunlaşacağı öngörüsünde bulundu (tabii bu listenin başlarında yer alan Çin’le daha geçenlerde Tayvan liderine telefon açma mevzuu üzerinden bir gerginlik yaratması, ki henüz Obama’dan görevi dahi devralmadı, Cammack’ın iddiasını çok da aklıma yatırmadı). 

Üçüncü konuşmacı ise Financial Times gazetesinden David Gardner’dı. Küreselleşmenin düşük eğitim seviyeli ve az vasıflı insanları “geride bıraktığını” ve hayali ya da gerçek, bir geçmişe özlem duygusunun yaygınlık kazandığını belirterek popülizmin yükselişini açıklayan Gardner, yabancı düşmanlığının artık meşrulaştığını ve ana akım siyasete taşındığını söyledi. 

Batılı liberal çevrelerde bir süredir moda olan gerçeklik-sonrası siyaset (post-truth politics) kavramını hatırlatır mahiyette; Trump’ın etrafında Müslüman Kardeşler’in Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na sızdığını düşünen kişilerin olduğunu, Brexit referandumu döneminde Türkiye’nin AB’ye üyeliği hakkında yalanlar söyleyerek seçmenden hayır oyu isteyen Boris Johnson’ın dışişleri bakanlığına getirildikten sonra hayret verici biçimde Türkiye’nin AB üyeliğine desteğini açıkladığını, Trump’ın pozisyonundaki birinin ampirik olguları reddeder durumda olmasının alarm verici olduğunu belirtti. 

***

Çare? Amiyane tabirle söylemek gerekirse konuşmacıların popülizmin yükselişine karşı önerdikleri çareler eften püften nitelikteydi. Örneğin Pierini’ye göre politikacılar halkla bağlantı kurma yollarını yenilemeli. 

Peki merkez ülkelerdeki, klasik sosyal demokrat partilerin solunda yeni aktörlerin yükselişi? Ona verdikleri isim de sol popülizmdi. 

Cammack’a göre Bernie Sanders vakası ve Wall Street’i İşgal Et hareketi sol popülizm örnekleri. Gardner’a göre İspanya’da Podemos ve İngiltere’de Jeremy Corbyn de popülizm yapıyorlar (mamafih bunu onları eleştirmek amacıyla söylemedi). Pierini’ye göre Avrupa’daki sol popülizm yabancı düşmanı değil ama sağ popülizmle aynı ölçüde AB karşıtı ve bu kötü bir şey (sanki tüm bu altüst oluşa sermayenin sınır aşan hegemonyasını sağlama amaçlı AB teknokratik egemenliği yol açmamış gibi).  

Tüm bu manzarayı bir cümleyle özetlemek gerekirse; emperyalist sistemin liberal elitleri popülizmin yükselişine ilişkin kısmen doğru (ama kesinlikle eksik) saptamalar yapabilseler de sınıfsal ve ideolojik konumlarından ötürü bu gerici dalgaya esastan bir karşı koyuşu tasavvur edebilecek durumda değiller. 

Hâlbuki bizim tespitimiz, içinde çözümü de barındırıyor: Ne kadar piyasa egemenliği, ne kadar örgütsüz emek, o kadar faşizm.