Yeni insan

“Sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”

“Kapı” ne hoş bir metafordur. Kapıdan girilir, kapıdan çıkılır. Kapı çarpılır. Kapılar kapanır. Kapılar çalınır. Kapılar engeldir. Kapılar fırsattır. Kapılar başlangıç. Kapılar eşik. Kapılar veda. Kapılar kavuşma. Kapılar karanlık. Kapılar ışık. Kapılar ille de bir adım sonrasına işaret eden bir başlangıç noktası… Öyle değil mi? Her koşulda, içinde meraklı bir bekleyişi, bir durumdan başka bir duruma geçişi barındıran yürek çırpıntısı. Dilimde kendini tatlı tatlı hissettiren bir şarkıdan esinti mi, bir şiirden kaçak bir dize mi, nerede duymuşum, nerede fısıldanmış kulağıma. “Kapılar açılsın.” deyip duran bir guguklu saat. Susmayan. Durup durup kendini belli eden. “Kapılar açılsın.” “Kapılar açılsın.” “Kapılar açılsın…”

Merak ne güzel şey. Meraklı ve heyecanlı bir şekilde bir çocuğun bir salyangozu incelemesi mesela. Bu anı dondurabilmek, bu anın tüm duygu geçişlerini, tüm şaşkınlıklarını, tüm temizliğini alıp bütün dünyayı boyamak. Tertemiz, serin serin, yeni bir başlangıç sunmak, boş bir defter mi desem, ucu sivriltilip yazma sırasını bekleyen kurşun kalem mi, masmavi bir leke mi bir resimde ne olacağı belli olmayan ya da bir dostun omuzunda azıcık ağladıktan sonra yağmur sonrası güzellik gibi pırıl pırıl görüvermek mi onca içine edilmiş dünyayı. Bir aydınlanma, bir bilgelenme, bir sevinçlenme (Yanlış olsa da ille sevinçlenme). Ne denir. Bir damlada, o birbiriyle ilintilenmiş bütünün ipe sapa gelmez tortularını temizleyip de damlanın aslını damıtılmış elmas gibi keşfediverme. İşte diyalektik diye ben buna derim. Buradan umut çıkar. Umudun olduğu yerde ise korkuya yer yok. İşte bu kadar basit.

Basit, basit, basit… Bu kadar basit.

Karmaşık mı her şey hakikaten? Kapıları sonuna kadar açıp, “Her şey bu kadar basiiiit!” diye bağırmak zor mu Allah aşkına?

Üzerimize üzerimize gelen onca haber, onca bilgi çöplüğü, onca soytarılık, onca kumpas teorisi, onca hadsizlik, onca ahkâm, onca iki yüzlülük, onca cüruf, onca cehalet, onca kabalık, onca sevgisizlik, onca mutsuzluk… Mutsuzluk… Mutsuzluk, umutsuzlukla da ilintili değil mi basbayağı?

Bir insanın mutlu olması için çok şeye mi ihtiyacı var şu hayatta? Nedir mutluluk? “Bir mendil niye  kanar/Diş değil, tırnak değil bir mendil niye kanar” diye sormuş Edip Cansever.

“En tehlikeli insan, az anlayan ama çok inanan insandır.” demiş Çehov da. Pek mi doğru söylemiş? Elbette. Ancak peki, “çok inanan” insanı yaratan mekanizma nedir, sormamalı mıyız? Susmalı mıyız? Elimizdekiyle yetinip, cümlesine düşman olup, sonra “intihar etmeyeceksek içelim bari” havasında kendi ağlaklığımızda boğulmalı mıyız? Çürüyüp çürüyüp, üç öğün beş vakit umutsuzluk mu sallamalıyız? Ardımıza bakmadan kaçma planları yaparken nereye gidersek gidelim bizimle gelecek olan kasveti ömürlük yük gibi taşımalı mıyız? Hakikaten çok sıkıcı. Hakikaten çok yorucu.

Toplum, diyor Engels İngiltere’deki İşçi Sınıfı’nın Durumu’nu anlatırken, binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu –kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı- bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte bir cinayettir. Kimse katili görmediği için cinayet olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.

Toplum’un yerine pek çok sözcüğü koyabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bir cinayete ortak olmanın ağırlığı hepimizi kurşun gibi dibe çeker. Gün ışığını görüp de, uzatılan halatı yakalayana dek, batmaya, batmaya, batmaya…

Ne yapıyorlar? Bir göz bağı mı bu? Kafamıza çaka çaka neredeyse Cahil Hoca’lar olarak hepimize yoksulluğun ve eğitimsizliğin bireyin kendi sorumluluğu olduğuna inandırıyorlar. Sonra da tüm cahillerin, tüm eğitimsizlerin geceleri kâbusumuz olmasını sağlıyorlar. Umudu kemiriyor, umudu tüketiyorlar. Ne güzel bir göz bağı. El çabukluğu. İllüzyon. Brrravooo!

Biz Sevgili Hanımefendiler, Beyfendiler… Tatlış tatlış kanıyoruz, öyle mi?  Yaşasın yeni tür yeni yeni yepyeni neoliberalizm. “Elbette ki sorunlarla başa çıkmak için bireyin kendi biricik yapayalnız çabası gereklidir.” diyorlar kimi zaman bangır bangır, kimi zaman fısıl fısıl…

“Hapiste, tecritte, münferitte yıllarca yatanlar vardır. İyi ama onlar kapılarını açıp dışarı çıkamayacaklarını önceden biliyor. Bense kapıyı şimdi açıp çıkabilirim. Açabileceğimi önceden bildiğim kapıyı açamamanın çilesini çekiyorum.”  diyor Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanında Nazım Hikmet.

Ne demiştik? Kapılar… Kapılar açılsın…