Kuyu

Masallarla haşır neşirim bu aralar.  Bir de içinden geçtiğimiz korkunç şiddet sarmalıyla… Şiddetin görünüşlerine dair aklımdan çıkmayan fotoğraflar var. Uzaklaşıyorlar, bazen çok yaklaşıyorlar, bakmamak için gözümü kaçıracak mesafe bile yok, başımı çevirecek zaman da… Bakmaya, görmeye, içimin derinlerinde bu şiddetin yankılanışını duymaya zorunluyum. Nefes alamıyormuşum gibi hissetmem bir işe yaramıyor.

Artık mesafe giderek azaldı, azaldı… Tanık olmak bir şiddet çeşidiyken, tanık olup da bir şey yapmamak durumu giderek o şiddetin hem nesnesi hem de birebir öznesi haline gelmeye dönüştürecek gibi bizleri, beni.

Tek tek görüntüler, olaylar var. Ancak bir türlü gözümün önünden gitmeyen, hatırladıkça şaştığım; sonra da şaştığıma şaştığım bir sahne var. Her şiddet haberinde yeniden yeniden o görüntü karşıma çıkıyor. Bir minibüste eşine küfrederek döven adam var görüntüde. Mersin olduğu söyleniyor kentin. Fark etmez.  Kadın ve adam ayakta. Oturan yolcular var… Adam, kadının yüzüne yüzüne vuruyor. Kadın, bir o kadar yok. Görünmez adeta. Hiç sesi çıkmıyor, yüzünü kapatmaya çalışıyor. Adam, aç aç, diye bağırarak vuruyor. Utanç verici bir görüntü bu… Adam tüm kötülüğü, sakilliği ile racon kesiyor bir yandan. Kadın, dediğim gibi şeffaf, hayalet, yok… Karşı koymuyor, çığlık atmıyor, yardım istemiyor. Milyon kez yediği dayaktan belki de bezgin, orada değilmiş gibi, başka bir zamanda, başka bir anda imiş gibi davranıyor. Keçeleşmiş belli ki…

Bu fotoğrafta keçeleşmiş olan sadece kadın değil. Bu isyan ettirecek şiddeti orada değillermiş gibi izleyen yolcular. Onlar da ses çıkarmıyor sosyal medyaya yansıyan on dört saniyelik görüntüye. Hiçbir heyecan emaresi yok, çığlık, homurtu, söylenme, titrek de olsa bir itiraz, yok yok.  Belki sonrasında vardır, bilemiyorum, ancak yansıyan kısacık görüntü simgesel bir anlam taşıyor. Pek çok sözden, pek çok kavramdan, iri iri alımdan çalımdan daha anlamlı ve acıtıcı…

Zannederim benim için yaşadığımız günlerin simgesi oldu da, zihnimde evrilip çevrilip en olmayacak zamanda çokça utanmayla, tanımlayamadığım bir sızıyla, yüreğimi sıkıştırıyor. Bu sessizlik, bu görmeme, duymama, söylememe halleri iyi değil. Şiddete ortak olmak anlamına geliyor. Lamı cimi yok.

Masal demiştim, masal aralarında bu görüntü iyi gelmiyor. Zamansız, mekânsız, arkaik çağların anlatısı olarak masallar, bugüne ait değillermiş gibi görünmekteler uzaktan bakıldığında. Minibüs görüntüsü ve tepkisizce şiddeti izleyen insanlar da öyle… Bugüne ait değillermiş gibi.   

Tüm hikâyeler,  denge bozulduğunda başlıyor. Dengeyi bozacak bir sorun, rutinin dışında bir davranış, bir sıra dışı müdahale, bir çığlık, canhıraş bir çığlık, camları zangırdatacak, kimsenin gözüne perde inmiş gibi bakar kör olmayacağı, olamayacağı, dalga dalga titreten bir çığlık belki. Yedi uyuyan ruhları silkeleyecek, çığlık, bir çığlık…

Masallarla devam ediyorum. Masallar insanlığın kadim, arkaik korkularından söz eder. Onca giysilerimizi giysek de, allansak pullansak da modern insan bu korkularından ne kadar arındı acaba?

Korkularla yüzleşmek önemli. Masallar sadeleştirici. Olmazı olduran, basit hikâye örgüsü içinde yolları işaret eden, kişinin yapacağı seçimler gösteren, duyulara işaret eden, perdeleri açtıran bir nitelikleri var. İlginç…

Şahmeran masalı örneğin. Dostluk, sevgi ve ihanet üzerine… Yusuf arkadaşlarıyla bir kuyunun dibinde bal bulur. Fedakârca neşe içinde kuyuya iner, çanak çanak balı kuyunun başında bekleyen arkadaşlarına gönderir, gönderir. Arkadaşları tepede, “Yusuf, hadi bir çanak daha, hadi, bir çanak daha…” Çanak kuyunun dibinden, kuyunun başına;  ışığa gider gelir, gider gelir. Çanak çanak  balı alan arkadaşları, bal bitince Yusuf’u öylece orada bırakıp, kuyunun ağzını da kapatarak oradan uzaklaşırlar. Unuturlar mı? Kimbilir? Fırsatını bulmuşken, onlara kuyudan çıkmak için muhtaç olan Yusuf’u oracıkta bırakırlar, ipi aşağıya, Yusuf’u kurtarmaya salmazlar. Uzaklaşan seslerin ardından Yusuf, kendisine bir büyük şaka yapıldığını düşünür. Döneceklerdir nasılsa…

Bekler, seslenir, sessizlikle yanıtlanır. Bekler bekler… İnanamaz Yusuf, şaşkındır. Bekler, bekler, bekler. Ne gelen vardır, ne giden. Kalakalmıştır orada. Karanlık ve soğuk kuyunun dibinde, bir başına…

İhanet masalı bu… Minibüsteki kadın, çevrede onca insan varken kimsenin ses çıkarmaması karşısında böyle mi hissetmiştir? İhanete uğradığını?

Masalın devamını belki biliyorsunuz. Şahmeran.

Kuyuya düşme metaforu pek çok masalda, hikâyede karşımıza çıkar. Alice Harikalar Diyarı’nda mesela. Neler yaşanır kuyudan düşerken. Kuyu bir yolculuktur.

İşte, bir kuyuda kalakalmışım gibi geliyor örneğin minibüste adam kadını döverken. Herkes bir kuyuda sıkışmış gibi. Karanlık, rutubetli, havasız bir kuyu bu. Zaman durmuş. Korkularımız, her şey karmakarışık gibi üstümüze üstümüze…

Çıkış peki? Yusuf, kuyunun dibinde bir ufacık gün deliği buluyor. Sarılacağı, umut edeceği başka ne var ki?  Minik çakısıyla iğne ucu kadar görünen gün ışığını kazıyor, kazıyor; vazgeçmeden, yorulmadan. Kan ter içinde…

Kuyunun içinde bir kapı var. İnanınız, ben biliyorum. Onun için kazmaya değer, zaten başka türlüsü yok, başka türlü bir yaşamak da yok. Bu yol bulunmak üzere kazılacak, iğneyle, çakıyla, bilim ile, sanat ile… Bulunacak bu yol.

Sonra o yoldan başka yollara açılacak başka başka  kapılar olacak… Yolda türlü maceralar yaşanacak, bilgeleşilecek, büyünecek…

Her şey birbirine bağlı, birbirine dokulu, bağlantıları, işaretleri izle. Çünkü kuyuya düşen ve kapılar bulan, kapıları açan, yolculuklara çıkan artık bir masalın içindedir. İzleyenlerden olmak;  kör, sağır, dilsiz, hareketsiz olmak nefessiz olmak demek. İşte o minibüstekiler gibi. Doldurulmuş kuklalar, renksiz, kokusuz, ışıksız, tatsız…

Hep, apansız aklıma geliveriyor işte. Minibüs, şiddet, şiddet, dehliz, karanlık, cehalet… Ancak izler takip edilecek…

Başka çıkış yok…

Bir masalı yaratmak zorundayız.