Kız çocuğu ve bomba

Bugün bayram… Bayramlarda sevinç gerek, dayanışma gerek, huzur gerek. Umarım içinizde tüm bunları hissediyorsunuzdur. 

Ancak ben 6 Ağustos ve izleyen 9 Ağustos tarihlerinde yine ve bir kez daha Hiroşima ve Nagazaki kentlerini, orada katledilen insanları tüm yakıcılığıyla anımsadım.  Bir borç boyunduruğu gibi asılı kaldı çocukların, yaşamdan alacaklı tüm insanların ölüm anlarındaki şaşkın bakışları…

Ne demişlerdir mesela o ölüm anında? Korkmaktan öte şaşkınlığa zaman kalmış mıdır? Mesela okullarına gidecekken kocaman bir bardak sütü hınzırca diken ve sonra oluşacak bıyıklara gülecek olan yedi yaşında bir çocuk. Saçları tutuşunca, gözleri yanıp kavrulunca,  bir avuç kül oluverip külü havaya savrulunca… Bir çocuk ve binlerce çocuk… Bir kadın ve binlerce kadın… Bir yaşlı ve binlerce yaşlı…Bir erkek ve binlerce erkek…

Hani bazı olaylar vardır ve “mıh gibi” çakılıdır belleğimizde, yüreğimizde… Hani simgedirler aslında ve sayfalarca tarih kitabını, anlı şanlı siyasetçilerin hamasetlerini, iri laflarını, kirlettikleri siyasetin katranını sadeleştirirler, özleştirirler ve önümüze seriverirler. İşte bu iki kent ve “kağıt gibi yanan çocuklar” utançlarıdır yüz yılımızın kapitalist ve emperyalist sisteminin. 

Çok öfkeleniyorum düşündükçe. Adalet duygusunun, hakkaniyetin, doğruluk ve dürüstlüğün bu kadar ayaklar altına alındığı bir zaman diliminde yaşıyor olmaktan eriniyorum. 

Şimdi ne diyeceğim? Hani Çernobil de Çernobil diye tutturdukları… Diziler yapıp yapıp, memleketimin ve dahi dünyanın düşünen aklı evvellerinin gönüllerini çeldikleri, aman canım “totaliter rejimler de” diye diye güya SSCB’ye; ancak aslında sosyalizm düşüncesine vurdukları. Hem nalına hem mıhına hikâyesi, çakal olduklarını sandıkları…(Sözü edilen  kümenin sadece bir kısmıdır.)  Off çok sıkıcı… 

Hani bir kaza karşısında ve evet asla nükleer santrallerin olmaması gereken bir dünyada, fakat emperyalist saldırganlığın adlı adınca başka yol bırakmadığı… Eşitlik ve özgürlüğün bayrağını dalgalandırmanın öyle hiç de kolay olmadığı ama ne görkemli olduğu. Orwell ağzıyla “nalına mıhına” seyirtmelerine hakikaten off… Çok klişe, çok kaba, çok indirgemeci, çok düşmanca… (Çernobilci kümenin diğer kısmına ise çok cahilce, çok tuzaklı ama biraz okuyunuz, hissediniz, eğri oturup doğru konuşunuz, eşitlik ve özgürlüğe inanınız diyorum.)  Off yine çok sıkıcı… 

Diğerlerine ise: “Ama ne oldu sizin zehir hafiyeliğinize bebeğim?” demek istiyorum. Nanik yapmak, popolarına bir şaplak vurmak. Olmaz mı? Hafif mi kaçar?

Ama bunca ağır bir yazıda, ağır bir duyguda, bunca ağır insanlık suçunda durumu hafifletmenin başka yolu var mı? 

Ernie Trory “Churchill ve Bomba” adlı kitabının önsözünde Başbakan Margaret Thatcher, 1983’te Japonya’nın 1945’te atom bombası ile vurulmasının sebebinin, özellikle nükleer silaha sahip olmaması olduğunu belirtiyor. Ne demek şimdi bu? Sovyetler Birliği’nin Pasifik’te ilerlemesine ve dolayısıyla  sosyalizm düşüncesinin yayılmasına  karşı ABD’nin Truman yönetiminde Hiroşima ve Nagazaki’ya attığı o lanet olası atom bombasından söz ediyorum.

Evet, SSCB dört yıl içinde atom bombası üretmeye zorlanmasaydı, elbette diğer hedefti. Şu hale bakın Sovyetlere gözdağı vermek için, elinde atom bombası olmayan üstelik teslim olmuş bir ülkenin halkını çoluk çocuk demeden atom bombasıyla yok etmek. Bu nasıl bir şeydir? Bu nasıl bir Amerikan rüyasıdır?

Trory’i okuyorum. Israrla öneriyorum. Chuchill ve Bomba’yı. Değme casusluk ve polisiye romanlarına tarihsel belgelerle taş çıkartacak, yüz yılımızın utanç günlüklerini aralayacak çok çarpıcı bir kitap. 

Devam ediyorum, öfkeleniyorum, yüreğim daralıyor. II. Dünya Savaşı tarihinin emperyal dünyaca yeniden ve yalanlar üzerinden yazılmaya çalışıldığı bir dünyadan sesleniyorum. Ernie Trory söylüyor:

“Sovyetler Birliği’nin Haziran 1941’de işgal edilmesinden 1944 Haziran’ında Avrupa’da İkinci Cephe’nin açılmasına kadar 150-200 kadar Alman birliği Sovyet-Alman cephesinde bulunmuştu. Britanya ve ABD kuvvetleri ise asla 21 birlikten fazlasıyla savaşmak zorunda kalmadı.”  Churchill’in deyişiyle “Alman ordusunun bağırsaklarının parçalanmasında esas işi yapan Rus ordularıdır.” Ama “cesur yeni dünya” yeminli baş anti-komünist Churchill’in yanlış saat hesabı, ayda yılda bir doğruyu söylemesine bile kulaklarını tıkıyor. Prag’da orada burada, şu Auschwitz’deki müzede neredeyse işgalci Kızıl Ordu’dan söz ediyorlar. Pes.

YALANLAR ÇAĞI

Ah bitmiyor. Savaşın korkunçluğunu kıvamlandırmak için, aslında tüm savaşların görünmeyen emellerini her kesimden, her ülkeden masum sivilleri katlederek gerçekleştirmek, sonlanmıyor. Bunu yapıyorlar. Göz göre göre yapıyorlar ve katliamdan yargılanmıyorlar.  Savaş suçlusu bulunmuyorlar, hesap vermiyorlar ve yalan üretmeye devam ediyorlar. 

Ufak bir mola ve bir hatırlatma… 

Stalin’i etkilemek için Batılı müttefikler Kırım Konferansı’nın başlamasından bir gün önce 3 Şubat 1945’te Berlin’e bin uçakla hava saldırısı düzenliyorlar ve 25 bin sivilin ölümüne neden oluyorlar. Hemen ertesinde Konferans biter bitmez, Britanya-Amerika işbirliğiyle yapılan bombalı saldırıda Almanya’nın Dresten şehri adeta yok ediliyor. İki gün ve iki gece boyunca bombalanan kentin bombalanması için hiçbir neden yok, ne sanayi ne stratejik önem ne de başka bir şey…  

Korkunç bir yıkım… “Dresten’de eski şehir merkezinde alevlerden yayılan sıcaklığın 3.000 derece santigrada ulaştığı söyleniyordu. Alev fırtınası geliştikçe, gökyüzünü o kadar aydınlatmıştı ki yer seviyesinden 80 km uzaktan görülebiliyordu.” Saldırıyı yapan bir grup havacı ile yapılan görüşmeler enteresan veriler sunuyor. Dresten bombardımanın Sovyetler Birliği’ne bir uyarı olması, pek çok kişinin fikri oluyor. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla, diyor Britanya-ABD ittifakı. En az 250 bin ölüden söz ediliyor. Düşününüz. 13-14 Şubat 1945. II. Dünya Savaşı’nda neredeyse hiçbir saldırı almayan Dresten, bu nedenle yaşanan göçlerle ve sığınmacılarla neredeyse nüfusunu katlamışken, Almanya’nın yenildiği ortadayken ve teslim olmak üzereyken “barışçı” Churchill ve İngiltere öncülüğünde, Kızıl Ordu’nun Berlin’de daha fazla ilerlemesinin önünü kesmek için… 

Ahh. Sosyalizmi dünyadan silmek adına yapamayacakları bir şey yok ne dersiniz? Ah onlar yok mu onlar, demokratlar, özgürlükçüler, barışçılar, birlikçiler… Böyle diyorlar kendilerine değil mi? “Totaliter” ülkelere demokrasi götürüyorlar.  İnsanlar, çocuklar, gençler, yaşam hakkı, evet evet, en kutsal yaşam hakkı zerrece umurlarında olmadan… Ne çok yalancılar, ne çok kirliler… Ah hepsi Gorgo bunların Leyla Erbil… Dayanılası değiller, insanlık için büyük tehlikeler, hepsi, hepsi… Dikkat ediniz. Kendinizi kollayınız, zerrece güvenmeyiniz. 

Dresten’deyiz yine…  Soğuk bir Şubat sabahı belli. Gündelik yaşamın telaşı… Komşudan hafif bir müzik sesi mi geliyor ne? Bir mutluluk an’ı. Ufacık bir ışık çakımı…

Yine kitaptan bir görgü tanığının anlattıkları şöyle: “Gördüğüm şey o kadar korkunçtu ki betimlemem olanaksız. Ölü, her yerde ölü vardı. Bazıları kömür gibi tamamen kararmıştı. Ötekilerine hiç dokunulmamıştı, uyuyor gibi yatıyorlardı. Önlükleri içinde kadınlar, tramvayda oturan daha yeni uyumuş gibi duran çocuklu kadınlar. Pek çok kadın,  pek çok genç kız, pek çok küçük çocuk…” 

Öylesine bir ısı yükseliyor ki bitmek bilmeyen bombaların ardından, bombalardan kurtulan uzak yerlerdeki insanlar, bu kez de bombaların yarattığı ısının oksijeni lüp diye emmesi sonucu boğularak ölüveriyorlar. Öylesine… 

Hesabı sorulmaz mı? 

“DEMİR PERDE” BİLE NAZİ’DEN…

Demirperde lafını ilk kez Hitler’in sağ kolu Aydınlatma ve Propaganda bakanlığı yapmış Dr. Joseph Goebbels kullanıyor. Diyor ki: Eğer Almanlar silahlarını bırakırlarsa tüm Doğu ve Güneydoğu Avrupa Reich ile birlikte Rus işgaline girecektir. Demir perdenin arkasındaki halklar kitlesel olarak katledilecektir.” 

Churchill ise tarihsel misyonu çerçevesinde hemen üç ay sonra Gobbels’in söylediklerinin hemen hemen aynısını “demir perde” sıfatı da dahil Truman’a bir telgrafla yazıyor. Demir perde tanımlaması sonrasında Soğuk Savaş’ın yarattığı alacakaranlık ortasında bir  dunganga hikâyesi olarak kapitalist ülkelerce dolaşıma sokuluyor. “Onların cephesine demir perde çekiliyor. Onun arkasında ne olduğunu bilmiyoruz” diyor Churchill, bu son derece kaba, tetikçi ve azılı anti-komünist barış düşmanı “büyük büyük büyük politikacı, barışsever (!)”

Şimdi ne diyeyim ben size. Orada Nazım’ın Kız Çocuğu şiiri duruyor. Öte yanda müzik parçaları yükseliyor Dresten’den, sanat kokuyor hava… Ama siz, siz Gorgolar güruhu, anlayamıyorum, bu korkunuz ne? Neden bunca korkuyorsunuz eşitlik düşüncesinden? Kardeşçe ve özgür bir dünya ihtimali ne diye onca katliam yaptırıyor size? 

Yazık değil mi?

Şimdi bu fotoğrafı koymamalı mıyız? Hatırlamamalı mıyız? Geçmiş ve mümkün zamanları içmiz titreyerek hissetmemeli miyiz? İnsanlık için tek bir çivi çakmışlara, güzel yüzlü, güzel bakışlı, aydınlık insanlara selam etmemeli miyiz? 

Bitirirken onca karanlığın içinden yine de  umutlu bayramlar dememeli miyiz?