Kaçamak

Yaşamak; varlığını sürdürmek, canlı olmak demek. Anlamları bunlar. Bazen durup düşünüyorum. Ne kadar canlıyız hakikaten? 

“Soru mu bu?” demeyin. Büyük bir soru işte. Yaşantılarımıza anlam katan durumlar, kişiler, olaylar, olgular neler? Ne yaparken, nasıl davranırken, ne söylerken, nasıl eğlerken kendinizi “gerçek kendimiz” gibi, kendimizi duyumsadığımız gibi görüyoruz? Genişlediğimiz, ışıldadığımız, hafiflediğimiz, yere ve göğe yolculuk edip güçlendiğimiz zamanlardan.  İz bırakan. Söz ettiğim bu.  Hoşnut olma halinin sarıp sarmaladığı  “ben”lerimiz hani. 

Tavsamış, rengi atmış, albenisini kaybetmiş, sessizleşmiş, içine kaçmış, solmuş, biriktirmiş de diyememiş, zehrini içinde saklamış; acımış, keskinleşmiş, kekremsi, tatsız tuzsuz, bir acayip eprimiş; bulanmış, duruluğunu kaybetmiş hallerinin tam tersi yani.  

Uzak olsun. 

Oktay Akbal, “Herşey ölü. Renksiz, çirkin. Tam Pazar sabahı işte. Öyküsü olmayan bir gün” demiş İlkyaz Devrimi’nde.  Sanki tam da yukarıda anlatmaya gayret ettiğim halleri somutlayarak, ete kemiğe güne, pazar sabahına büründürerek ne güzel demiş. Bazen hepimize olduğu gibi. Bazen günün kendisinin karabasan olarak çöktüğü gibi. Tüm çağrışımlarıyla.  

“Öyküsü olmamak” durumu.  Doğan günün öyküsünün olmaması, insanın öyküsünün olmaması… Boşlukta asılı, öylesine, naçar ve suskun.  

Kötü. Çok kötü. 

“Bayım öykünüz nedir?”  “Sahi, bayan ya sizin öykünüz, bir öykünüz var mı?” 

Bazen küçük kızım soruyor. “Biz gerçek miyiz?” “Sen gerçek misin?” Nasıl bir tahayyül içinde ise artık çocuk dünyasında. Bu sorular her defasında tüm çağrışımlarıyla beni derinden sarsıyor. Şiirlere dalıveriyorum sanki. Tüylerim diken diken oluyor. Mahzunlaştırıyor beni. “Biz gerçek miyiz?” “Öykümüz ne?” 

“Gerçek ne?” 

“Baharı nerede aramalı? 

Kayıp kıta gibi, kayıp öyküler mi var yoksa şu dünya çukurunda? Çok mu soyut oldu? Çok mu laf cambazlığı?  Çok mu canınızı burnunuza getirdim. 

“Reel”e dönsek ya. 

Peki, tamam. 

“Erinç” sözcüğü örneğin. Her zaman, uzak, yabancı bir o kadar da cazip ve kullanılası gelir bana. Cümle içinde kur da göreyim duygusu uyandıran sözcüklerden anlayacağınız benim için. Uzak hissedilen ama imrenerek bakılan cinsinden. Sözcüklerin de kişiliği vardır, nihayetinde. Her canlının olduğu gibi.  Ne demekmiş: Hiçbir acısı ve tasası bulunmama durumu. Dirlik, rahat, huzur…

Hayır, iç huzurum iyi. Hakikaten iyi. Ancak bir kocaman çizik yüreğimde. Kanayıp duran. İç huzurum iyi,  iyi olacak da, memleket izin vermiyor. 

Ahval ve şerait… 

“Hayatımın seçimi halleri” bitap düşürdü beni. Nefessiz bıraktı. Ağız tadıyla ne şiir, ne sevi, ne öykü, ne dost sohbeti… Hayatımız seçimlerden ibaret mi hakikaten? Tasamız yok mu başka? 

Ah Nazım! 3 Haziran’da giden. Haziran’da ölmek zor, dedirten. De bana… “Yaşadım diyebilmek için” ne yapmalı? Erinci nerelerde bulmalı? 

yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

(…) 

böylesine sevilecek bu dünya

“yaşadım” diyebilmek için….

Nazım’ın gücü bu işte.  Tozları, pasları bu kadar mı atar insanın üstünden.  Bu kadar mı canlandırıcı etkisi olur. Bu kadar mı “yaşamak” denen şeyi her defasında yeniden yeniden keşfe çıkarır.

Bir de Aragon’a mı kulak versek? 

Bak sana bir sır vereyim; küçük bir sır

                 Kapıyı kapa

Sevmekten çok daha kolaydır ölmek

Yaşama katlanışım işte bundan…