İtirazım var

Aslında ben iki haftada bir yazıyorum. Bu haftaki korsan yazı oluyor bu durumda. Ama beni mazur görünüz. Yazmasam çat diye çatlayabilirdim. Çünkü mevzu ivedilikli… Kendime çok kızdım. Kötü bir şey yaptım, çok utanıyorum, aklıma geldikçe kalp atışlarım hızlanıyor… İçim eziliyor.  Sonra aldatılmış hissediyorum, “Tazminat davası açıcam!” diye parmak sallayarak bağırasım geliyor. Sonra yeniden içim eziliyor, kendime kızıyorum bu kez. Çocuklarımın müptelası olduğu Harry Potter’daki ev cini Dobby gibi kafamı duvarlara vurmak istiyorum… Ah! Ne yaptım! Ah! Ne Yaptım!

Gündelik yaşamımız diyeceğim, ufak kaçamaklarımız… Ufak kaçamaklar diye durumu olduğundan daha hafifletmeye çalışıyorum sanmayınız.  Aslında gündelik yaşam; alışkanlığa dönen rutinlerimiz, toplumu da kendimizi de anlamanın ipuçlarını sunuyor. Her gün yinelediğimiz eylemlerimiz bir de bakmışsınız ki tuhaf bir bağlanmaya, saçma bir bağımlılığa dönüşmüş. 

Geçenlerde bir süredir iyi polisiye ya da gerilim dizisi var mıdır acep diye dolanırken, hani şöyle kaliteli, neden-sonuç ilişkisi içinde suçun oluştuğu, çözümlendiği ancak bir yapbozun parçaları gibi bulmaktan haz alındığı hani şöyle gönül rahatlığıyla izleyeceğim, kafa dağıtacağım, eğleneceğim, mümkünse Kuzey polisiyesi olsun diye diye gözlerim kararmışken, âlemin izlediği Dark (Karanlık) dizisi kulağıma çalındı. 

Polisiye değil; evet. Bilimkurgu; tamam. Hani solucan deliği teorisi, paralel evrenler, uzay zaman paradoksu, izafiyet teorisi, sicim micim… Pek anlamamakla birlikte, bilim ve teknolojiyle bağım “yumurtaya can veren Rabbim” düzeyi olsa da ancak istidadım var, inanıyorum. Belki de bunun için, ellerimi ovuşturarak, büyük bir şölene davet edilmiş gibi, yaşamın sırlarını ben, bir ben nihayet anlayacak ve çözebilecekmişim gibi… Geceleri çocuklar uyuduktan sonra, gizli bir hazdan neredeyse titreyerek, etrafı kolaçan edip kimileyin patlamış mısır eşliğinde. Ancak patlamış mısır şenliği nadirdir çünkü bir şeye bunca yoğunlaşınca yiyip içmekle uğraşmak pek olmuyor. Dikkati dağılıyor insanın şekerim, üstelik yiyecek, içecek de mundar oluyor. Mesela Dark kahramanlarını hiç, bir şeyi yer içerken görmedim. Şu an aklıma geldi. Ne acayipler; çünkü onlar yolcular… Zaman yolcuları…

Ne uzattım değil mi? Peki, bu Dark dizisi 2 sezon ve 18 bölüm. Ben ilk sezonu izledim evet, ancak giderek, adım adım, usul usul, ince ince her bir bölüm bittikçe içime sızan bir bulantı, bir ağrı ve nasıl yani, inanmazlığıyla. 

Başta iyiydi evet, Alman dizisi, bayılırım soğuk, hissiz Almanlara… Hele böyle dizilerde yavaşlıkları, poker suratları, düzen saplantıları, yapıma başka bir kıvam, derinlik katar gibi gelir. 

Gönlümü çelen ise kayıp çocuklar konulu bir dizi olması yukarıda saydığım izafiyet şu bu dışında. Herkesin sırları vardır ve çocuklar kaybolmaktadır ve aslında kahrolası Winden Kasabası her şeyin merkezidir. Bir nükleer santral var. 1986 Çernobil göndermesi var. Santralin ortalığı her anlamda pisletmesi var. Bir de mağaradaki kapıdan zaman yolculuğu mümkün.  

KARANLIĞINIZ BATSIN!

Peki, başta yaratılan bu karanlık ve tekinsiz atmosfer pek hoşuma gitti, akılcılık ve neden sonuç bağı arıyor ya külyutmaz hafiye? İştahlandı. Bir bölüm daha, mutlaka bir açıklaması vardır, hadi canım bir daha, diye diye… Muhtemelen ben anlamıyorumdur, tabi ya mutlaka bir bilimsel bağlantısı vardır. Önceden kaçırdığım ipuçları olmalı… Orhan Pamuk’un kitapları gibi, anlamıyorum ama vardır bir hikmeti düzeyinde içimin ezilmesine ek olarak özgüven yitimi ve yavaştan onca zaman gitti bir 50 dakika gitse ne olur inadı ve teslim oluşuyla… 

Dobby’yim ben. Bu arada zavallı Dobby yapmaması gereken bir şey yaptığında ya da söylediğinde kendini dövüyor, kafasını oraya buraya vuruyor. İşte o ruh haline koydu beni Dark dizisi. Yapımcısına, yönetmenine, senaristine çok acayip kızgınım. Aldatıldım. 

Yetmezmiş gibi imdb puanı 8,7… Üstelik dizi için Ekşi Sözlük’te tam 221 sayfa yazılmış. Dizi karakterlerinin soy ağaçları yapılmış. Çünkü zırt pırt o zaman senin bu zaman benim geziyorlar ve bir dolu saçmalık ile kim kimin çocuğu, kim kimi doğurdu karmakarışık oluyor. Ölenler yeniden diriliyor, dizi karakterinin gençliği ile yaşlılığı metaforik değil bildiğin gerçekten sohbet ediyor. Off… Âlem beğenmiş, alkışlamış, bir ben miyim musibet diyesim geliyor. Tek tük olumsuz eleştiriyi görünce yoldaşımı bulmuş gibi seviniyorum. 

Ne iri laflar ama: “Kaderimizden kaçmamız mümkün değil. Hep inanmak, bize vaat edilen kurtuluş hayaline tutunmak istiyoruz. Denklemdeki bir kum tanesini değiştirebilirsek tüm dünyayı değiştirebiliriz. Geçmişe ve geleceğe dair her şeyi bilmek…” Vaadi olan ama gerçekte bir yığın çöp…

Şimdi ne diyeyim ben sana Dobby? Gündelik yaşamla ilgili, rutinimizle ilgili, gönül çelici görünen onca şatafat, gerilim Sirenler gibi çağırırken, kapitalizmin eğlence endüstrisi beyinlerimize kötürümleştirici şarkılarını fısıldarken, sen 900 dakikanı bu çöpe ayır. Kaç saat mi yapıyor? Tamı tamına 15 saat… Hesapladım.

Ancak bu dizi takipçiliği nedir? Ne diye insanın gönlünü çeliyor, netflix şu bu neye hizmet ediyor diye de büyük büyük düşündüm, düşünmeye de devam edeceğim. Türk dizisi zinhâr izlemem, diyenlerin oluşturduğu ciddi bir topluluk olduğunu söyleyebilirim. Öyle ya, bizim diziler “altkültür”e hizmet etmekte. Cins cins, boy boy arz-ı endâm ederler, hakikaten oyunculuklarından senaryolarına dönüp bakılası değil. Değil değil ama farklı platformlardan izlenebilen diğerleri, onların durumları nasıl? 

Pierre Bourdieu’nun deyimiyle kültürel sermayesi engin olanların, yani çeşitli dilsel ve kültürel becerileri aileden, orta sınıf ailenin yaşamından, birikiminden gelenlerin, bu anlamıyla başarılı ve vaadli olanların alt yazılı ya da bizzat orijinal haliyle izlediği, aslında bu dizi kültürü nedeniyle bir ortak dil oluşturdukları ve sosyalleşmeye, ortamlarda modern ve “gününün insanı” olmaya olanak verenlere hitap eden bir “habitus”u var. Dönem dönem furya olan dizilerle, tartışma ortamı alevlenebiliyor. Hatta bunun kendisi siyasi göndermeleri ile koca bir sosyalist sistemi, vasatın altı bir kurmaca ile derdest ettiğini düşünebiliyor. Bakınız Çernobil üzerinden yürüyen tartışmalara. Ancak açık mesajları olan bu tür dizilerde gardlarını alan, safları sıklaştıran, eleştiri ya da anlatı nesnesinin eğrisini değil doğrusunu gösteren bir idmanlı kesim var. Ne güzel…

Ancak, burada bitmeyen ve hakikaten aklımızı türlü şekillerde, janjanlı atmosferlerle, elmalı şekerlerle, kanyaklı çikolatalarla çelen, vaadi varmış gibi iri göndermelerle sıkıcı hayatlarımıza renk olduğunu varsaydığımız onca çöpe ne diyelim?  Çoğunluğun belirleyici eğlence ve pop kültürüne karşı hangi kalkanları kullanalım? 

Zannederim sihirli sözcük çoğunluktan ayrılmak. Çoğunluk olmak yolunda başka türlüsü güç… Elitist mi “deyoolar” desinler, beğenmez mi “deyoolar” desinler, ancak bu kibir değil zinhâr. Şaşırmayı, sevinmeyi bu gariban kulunuz da istemez mi? İster elbet…  15 saatim gitti. Az şey mi? Üstüne de sinir yaptı, gastrit yaptı. 

Şimdi yani gündelik eylemlerimiz üzerine pek, aslında neredeyse hiç düşünmeyiz. Doğru. Bir rutini vardır, evet. Ancak o rutinin kurulmasında kendimizi ne kadar özgürleştirebiliyoruz, belki de doğru soru bu…  Kimselerin vakti yok, ince şeyleri düşünmeye… Oysa olmalı… Ahh o ayrıntılar, ahh o iyi niyet taşları…

Oysa oturup zeytin ağaçlarının kadimliğini düşünerek bir Seferis okumak varken, bir dostla sohbet etmek varken… 

Aklıma geldikçe kızıyorum kendime. Kandırıldım. Kandım. Gönlüm de varmış demek.

Kanmayalım a dostlar… Bir kuple Seferis arındırsın beni o zaman, belki böyle iyileşirim…

Liman eski, daha çok bekleyemem.

Çam ağaçlı adaya giden arkadaşımı,

Ne çınarlar adasına gideni,

Ne de alıp başını denize açılanı.

 

Pas tutmuş topları okşuyorum, kürekleri

Okşuyorum ki dirilsin gövdem, kararlı olsun

Yelkenlerden yayılan sadece

Bir başka fırtınanın tuzlu kokusu.