Gölge Oyunu

Merhaba demek üzere vedalaşmıştım. Yeni yılda diye yazmışım. Biraz nefesleneyim, biraz özleneyim, biraz eteklerimdeki taşları biriktireyim demiştim. Öyle mi oldu, tam emin değilim. Göreceğiz. Ancak yeni yıl deyince benim içim hep kıpır kıpır.  Nereden geldiğini kestiremediğim ince bir sevinç ve şaşkın bir telaş hop oturup hop kalkmama neden oluyor. Bir nedeni var mı bu ruh halininin? Rasyonel bir açıklamasını yapabilir durumda mıyım? Sanmıyorum. Ama böyle. İşte, ben bu halet-i ruhiyedeyken, az biraz yazmak için parmaklarımın ucu hafiften kaşınmaya başlamışken, Sol’dan “yeni yılda buluşmak üzere”  iletimin  hatırlatılmasını ve tatlı çağrıyı alınca hakikaten pek mutlu oldum. Haftada bir değil de, iki haftada bir selam etsem, dedim.

Böyle.

Ocak ayı işte. Pek vakur öte yandan pek uçarı. Hercai bir ay. Yeni başlangıçların metaforu. Aralık’ın sinsiliği, yapış yapışlığı, bıkkınlık vermiş kaknemliği yok. “Of, düştü yakamdan da kurtuldum” hissi yaratır hep Aralık. Aman aman. Kısa günler, erken inen akşamlar, rutubetli bir çürümüşlük. Bitse de gitsek ivecenliği. Ocak ayı ise sindire sindire yaşanmalı, her gününe bir plan, proje, bir keyif, bir iş konmalı. Çünkü bu ay, tam “otuz bir gün”çeker geniş geniş... Sizden şapkayı önünüze koyup şeker şeker düşünmeyi, tatlı tatlı gelecek “on bir ayı” planlamayı olanaklı kılacak bir serinlik ve enerji bahşeder. Aceleye gerek yok. Üstelik adı Roma Tanrısı Janus’tan geliyormuş. İki yüzlü Tanrı derler imiş. Bir yüzü geçmişe bir yüzü geleceğe bakar; geçmişi ve geleceği görürmüş. Ben demiştim işte. Bu ay, başka ay. İngilizce, ocak ayı anlamına gelen “january” de buradan türetilmiş. 

Yeni yılda hepimizin karınca kararınca dileği, yeni yıldan beklentisi, aldığı kararları oluyor. Ben, kolayına kaçtım. Bir arkadaş yazmış, hadi adını verelim Cansu Fırıncı’nın yazdığı yeni yıl mesajını pek sevdim. Aynı onun gibi yapmak istiyorum. Şöyle diyor:  “Yeni yılda yapmayı istediğim şeyler için emek verip ter dökeceğim. Ne yapmak istiyorsam kim ne der demeden yapacağım. Kimi zaman yenileceğim ama vazgeçmeyeceğim.”

Evet, bin kere böyle.

Bir de bugünün dünyasında üzerimize çöken karabasanı olabildiğince muhatap almayacağım. Yani şu: Her karşılaşma, her tahammül, her maruz kalma halleri bir acayip pişiriyor insanı. Olmaz olmaz denen türlü işlerin, “Bu kadarı da mümkün değil” dediklerimin bin katıyla karşılaşınca, insanın şaşma eşiği düşüyor mu? Zannederim zurnanın zırt dediği nokta da bu. Şaşma eşiğinin düşmesi, her türlü tuhaflığı, yozluğu, çürümeyi normalize etme, kanıksama ve keçeleşme demek. “Gorgolar”ın  türlü karalıklarına, kara yazı yazma heveslerine dönüp bakmamaya çalışacağım.

Kolay mı değil.

Farkındayım.

Ama yüzümü insanlığın ışık tozları arasında var ettiği güzelliğe, iyiliğe döneceğim. Enerjimi kara kara kazanları dizenlere değil, güneşin sofrasına davet edenlere vereceğim.  Saklanmış iyiliği bulacağım, gizli kalmış tebessümleri keşfedeceğim, bilip de söyleyemeyenlere dil olabilir miyim bilemem ama en azından gülümseyeceğim. “Söylenmeyeceğim, söyleyeceğim.” Aziz Nesin’in tabiriyle.

Aziz Nesin deyince, geçen 102. Doğum Günü’nü kutlarken, yine ve hep beni en çok etkileyen yanını vurgulamak isterim. Her başladığımız ya da niyetlendiğimiz işlerde “Ben yapmasam kim yapacak?” şiarını destur edinmek. Sahi, “Biz yapmasak kim yapacak?” İşte bunun için aydın ya, Aziz Nesin.

Gönendiren bir soru bu. Güçlendiren bir soru… “Söylenme”de gizlenen çürümenin üstesinden gelebilecek bir soru. Bir büyük soru hakikaten “söyleme”yi gerektiren.

Bir de unuttuğum, izlemediğim, geç kaldığım, beni etkileyen, beni büyüleyen, beni mutlandıran türlü yaratıları, kitapları, filmleri, gündelik yaşamın içindeki insanları paylaşacağım. Dedim ya, “sinirsek” olmadan, tüm evrenin minicik zerresini göğsümde saklar gibi…

Bilemedim, yazdıkça bir anaçlık, bir sevgi topanlığı geliyor üstüme. Moda deyimle: hayırlısı…

O değil de, Yavuz Turgul’un 1992 yapımı Gölge Oyunu’nu izledim dün. Bir arkadaşım söz etti. Dile kolay tam yirmi beş yıl önce (rakamlarla yazmaya gönlüm elvermedi) yapılan bir film. Şaşırttı, mutlu etti, sonunda biraz haksızlığa uğramışım hissi yarattı ama sevdim. İki kaybedenin hikâyesi. İki dünya güzeli, “Karabiberler”in. Pavyonda neredeyse karın tokluğuna komedyenlik yapan iki dostun aynı hayali görmesini anlatan, hakkında hiçbir şey bilmedikleri sağır dilsiz bir kadına yardım ederken, aslında bir yolculuğa çıkan ve kendilerini tanıyan, yüzleşen, biri yetiştirme yurdunda büyümüş, diğeri anasız babasız tek başına başının çaresine bakmayı öğrenmiş, “kaybettiğimizde bulduğumuzun ne olduğu sorusunun” peşine düşüren bir film. Şiirsel gerçekçi bir film desem…

“Bizler var mıyız yok muyuz, kimbilir?” sorusu ve “kelebeğin rüyası” halleri bu kadar tatlılıkla, insanîlikle sorulabilirdi diyeyim kısaca.

Öyle ya, hem “iki kişi aynı rüyayı görebilir.” Hem de “Her şeyin bir günü, bir saati vardır.”

Mutlu yıllar…