Esir Şehrin İnsanları

Kemal Tahir’in en sevdiğim romanının adıdır Esir Şehrin İnsanları. İstanbul’un işgali, Kasım 1918’den başlayarak 6 Ekim 1923’e dek sürüyor ve neredeyse 5 yılı bulan bu işgal süresince İstanbul’un çehresi kararıyor, soluyor, İstanbul nefessiz kalıyor. Az bir süre değil, bu kadar uzun bir işgal dönemini her boyutuyla anlatan, iz bırakan, derinden sarsan sanat yapıtları; romanlar, filmler, şiirler var mı? Var elbette, ama yeterince var mı? Bu soru burada dursun…

Bir ufak not niyetine Halide Edip’in Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı kitabından birkaç satıra yer vereceğim. İşgal altındaki İstanbul’un gündelik yaşamına, insanlarımızın alabildiğine panik içinde günlerini geçirirken korkunun nasıl türlü hikâyelerle yayıldığına dair bir minik dokunuş… Hayal ediniz…

Müttefik kuvvetlerin İstanbul’a gelişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bir aralık etrafta dolaşan dedikoduların en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabii bu bir söylentiden ibarettik. Yalnız şu var ki müttefik kuvvetleri küçük bahanelerde durmadan Türkleri tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de müttefik merkezlerinde fena halde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin ellerinden alınıyor, içeridekiler dışarı atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması tabii onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu.

Dönemin işgal altındaki İstanbul’unu anlatan en güzel romanlarından biri ise dediğim gibi Esir Şehrin İnsanları. Ara ara dönüp Kemal Tahir’in roman karakteri Kâmil Bey’i hatırlamak hoşuma gidiyor. Bazı roman karakterleri vardır. Ete kemiğe bürünürler, seversiniz onları, gelse de karşıma bir sohbet etsek, laf lafı, laf tütün kesesini açsa dersiniz, özlersiniz, göresiniz gelir. Benim için de Kâmil Bey öyle biri. Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki Galip Usta gibi. Bilirsiniz, konuşacak tonla şey vardır. Onun karanlık dönemdeki halleri, kararsızlıkları, açmazları, korkuları, olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya çalışması, sonra mücadelesi, kararlılığı size güç verir. Bugünle, kendinizle paralellikler kurarsınız, orada, işgal altındaki İstanbul’da karanlık bir mahzende Milli Mücadele’yi yazılarıyla destekleyen, umutsuzluğa karşı umudu örgütlemeye çalışan Karadayı Dergisi’nin loş, rutubetli bir handa bulunan odasında Ankara’dan gelen haberleri tasnif etmeye çalıştığınızı hayal edersiniz. Sonra Nedime girer kapıdan son havadisleri anlatır. İşgal kuvvetlerinin tutsak ettiği eşi İhsan’dan Kâmil Bey’e selam getirir. İhsan, Kuvvacı’dır. Kâmil’in Galatasaray’dan sınıf arkadaşıdır.

Dedim ya, ara ara Esir Şehrin İnsanları üzerine düşünmeden, hatta yazmadan edemiyorum. Benim bu gönül bağımın kadim Fethi Naci’de de olduğunu görünce pek mutlu oldum.  Türk Romanında Ölçüt Sorunu adlı kitabında, Eleştiri Günlükleri’nde yer vermiş 1981 yılının 1 Aralık’ında. Haliyle, eski bir dostla karşılaşmışız gibi yeniden sıkıca sarıldık Kâmil Bey’le. Ancak yeni bir şey öğrendim Fethi Naci’nin yazdıklarından, çok şaşırdım, merak ettim. Bakacağım.  Az çok nedenlerini tahmin etmekle birlikte Kemal Tahir’le yarattığı Kâmil Bey arasındaki husumeti öğrenmek bir yazarla yarattığı karakter arasındaki çekişmeye tanık olmak, hay Allah dedirtiyor… Hay Allah…

Fethi Naci’den dinleyelim:

"Her iki roman (Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu) Kâmil Bey’in belirgin niteliklerini vurgular: Kültürlü, sakin, kolay sinirlenmeyen, alçakgönüllü, yaptıklarıyla övünmeyen, hatta övünülecek davranışlarını bile saklayan, onurlu, kendinden çok başkalarını düşünen (Bu yüzden yedi yıla mahkûm olmuştur.), bileği güçlü biri.

Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan 15 yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı’nda (Sander Yayınları, 1971) Üçüncü bölümün beşinci kısmında, Kâmil Bey’in eski karısı Nermin Hanım’ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birden bire bu iki romanda tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine “başka” bir Kâmil Bey gelir.  '…Bana hep… Ne kadar güçlü adam gibi görünmüştü. Ruhuyla aklıyla güçlü. Meğer ne kadar kolay yanılıyormuş insan, en yakınlarında bile… Pazı gücünden başka hiçbir gerçek gücü yokmuş… Gücü değil, güçlenme yeteneği bile yok… (…) Ayşe’nin babası, örneği az bulunur bencillerdendi (…) Ayşe’nin babası o kadar bencildi ki, haklı bir davaya inanmak, bunda direnmek, kazanmak bile onu güçlü kılamadı. Destan kahramanları yerine koydu kendisini. Bir çeşit Allahlık özentisidir bu… İnsanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmıştır. Kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada rahatça yerleşen bağışlamazlığı… En korkunç alçaklık… 1921’lerde ne yaptı Ayşe’nin babası? Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini… Kolayca yaptığını… Aslında kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Daha büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük, gündelik sorumluluklardan kaçınmak… Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim.'"

Ne korkunç bir nefret değil mi? Ayrıca ne kadar da tanıdık… Ama Nermin tüm bunları söyleyebilecek kadar derinlikli bir karakter mi olarak çizilmiştir romanlar boyunca? Pek değil…  Peki kimin sesidir bu? Fethi Naci daha detaylı ve kapsamlı tüm bu saldırıları anlatıyor. Ve şöyle bağlıyor yazıyı… Katılmamak mümkün değil.

Kemal Tahir, sanki Kâmil Bey’i bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. (Ben bu başkasının Nazım Hikmet olduğuna inanıyorum.) Ve bu arada, tabii, kendisiyle de. Bütün çabası Kâmil Bey’i suçlayarak huzura kavuşmak sanki.

Ne diyeyim, Kâmil Bey bizimdir. Dokundurtmayız…