Düşünmek

“Almanya sen yok musun sen-

Hanenden yükselen konuşmaları duyunca,

gülesi geliyor insanın. Ama yüzünü gören

     hemen bıçağına sarılıyor.”

                                                         Bertolt Brecht*

Geçen hafta 2013 yapımı, feminist yönetmen Margarethe von Trotta’nın Hanna Arendt adlı filmini izledim. Hannah Arendt’in filme konu olan  “Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüste” kitabı Metis yayınlarından çıkmıştı ve ben de büyük bir ilgiyle okumuştum. Sonra yine Metis’ten çıkan  Fatmagül Berktay’ın “Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı”nı yutarcasına okuduğumu hatırlıyorum.

Berktay’ın “Tarihin Cinsiyeti” ve “Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın” kitabı ise bugün artık konuşmadığım, hayatımdan çıkardığım bir eski dostta kaldı. Nasıl yandım, dosta değil, altını çize çize, boşluklara notlar ala ala okuduğum kitaplara. İstedim, göndermedi. Neyse mazi kalbimde yaradır, kimleri dost tutmuşuz deyip geçelim çünkü yazımızın konusu bu değil. Seçime giderkenki hengâmede izlediğim film hem beni güncel politikadan uzaklaştırdı hem de seçim sonucunun her durumunda kaleme almayı kafaya koyduğum yazıyı dayattı ve yukarıda sözünü ettiğim kitapları hatırlamama neden oldu. Hem dehşete düştüm, hem filmi oldukça beğendim, hem de hakikaten çok ama çok ihtiyacımız olan “düşünme” eylemi üzerine bir kez daha “evet, evet, kesinlikle” yollu iman tazeledim.

Film, Arendt’in yaşamından kesitler sunmakla birlikte filmin odağında, 1961 yılında MOSSAD tarafından Arjantin’den kaçırılan ve ‘nihai çözüm’deki rolüyle tanınan Nazi Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki mahkemesi ve Hannah Arendt’in ABD’deki The New Yorker Gazetesi’ne duruşmadaki izlenimlerini yazma süreci var. Duruşma sürecinden gerçek görüntülerin olduğu filmde Arendt’in Adolf Eichmann’ı son derece sıradan, “normal” bir kişi, ölüm saçan bir sistemin her istediğini yapmış vasat ve zavallı bir memur olarak görmesi dolayısıyla “kötülük” ya da “şeytanilik” denen mefhumu sorgulaması insanın içini cız ettiriyor; irkiltiyor.

Arendt, Eichmann’ın yargılanma sürecinde görmüştür ki, “kişi bir an ‘durup düşünmeyi’ beceremez ve başkasının bakış açısından düşünme yetisini geliştiremezse, her türlü kötülüğü yapmaya açık hale gelir.”  Eichmann, “Yahudilere karşı özel bir garezim yok.” diyor.  Bunu, “nihai çözüm”ün mimarlarından biri söylediğinde ise insan kendini kaybetmeden edemiyor. Trenlerin nereye gittiğini bilmediğini iddia etmesini yanında, tek bir Yahudi’yi öldürmediğini de söylüyor. Hiçbir vicdani rahatsızlık duymuyor, suçluluk hissetmiyor. Aksine suçlamalar karşısında şaşırıyor.

Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir diyebilir miyiz?  Yoksa “örgütlü kötülük” çarkına kıyısından bucağından bulaşmış olmak bile insanı baştan aşağıya zehirliyor mu? Ya da, düşünme yetisine hiç ulaşamamak mı bu kadar kötülüğün sebebi?

Bugün Polonya** sınırları içinde kalan Auschwitz-Birkenau ölüm kamplarını ziyaret etmiştim geçen yıl. Hatırlanmak istenmeyen bir travma gibi. Yine, yazarken mideme kramplar giriyor, müthiş bir burukluk ve suçluluk duygusuyla hazır bekleyen gözyaşları gözlerimi yakıyor. Müzeye dönüştürülmüş kampta binlerce tutsak fotoğrafı; gençler, kadınlar, yaşlı erkekler, çocuklar, partizanlar, direnişçiler farklı yüz ifadeleriyle bana bakıyor. Duvarlar fotoğraflarla dolu. Kampa girişte kayıt için çekilen binlerce fotoğraftan size, taa gözünüzün içine farklı duygularla bakan tutsaklar… Her bir yüz farklı bir öykü, her bir yüz farklı bir hayat… Asıl kötülük ise, “insanı insan olmaktan soğutmak” Bütün toplama kampı sistemi buna dayanmakta. Mahkûmlar öldürülmeden önce kendilerinin gereksiz olduklarına inandırılıyor. İnsani dürtüler ve davranışlar cezalandırılıyor ve dolayısıyla  giderek anlamsızlaşıyor her tür insani refleks.

Öte yanda Eichmann’ın savunması. “Yahudilere karşı özel bir garezim yok!” diyor sürekli. Sadece “erk”in, dolayısıyla Hitler’in her dediğini bürokrasi çerçevesinde yapmış. Eichmann sıradan bir bürokrat.  Hitler’e son derece sadık o kadar.

O kadarcık. Şovalyece “Onurum sadakatimdir.” diyor.

O-nu-rum-sa-da-ka-tim-dir.

Kötülüğün doğası nedir o halde?

Eichmann gibilerinin hiç de az olmadığını söyleyebiliriz belki: Dün, bugün… Ve bir canavar değil, korkutucu bir biçimde normal biri… Sıkıcı bir biçimde normal biri… Arendt “Düşünmekten yoksun biriydi hepsi bu” diyor. “Şeytan ya da canavar değil. Tek yaptığı şey iyi veya kötü barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat etmekti.” Yani, “en büyük kötülülükler önemsiz insanlar tarafından gerçekleştiriliyor; birey olmayı reddeden insanlar tarafından…” Arendt buna “kötülüğün sıradanlığı” diyor ya da “şeytaniliğin banalliği” Çünkü düşünmeyi reddediyorlar.

Şaşırtıcı sıradanlık. Dehşete düşüren sıradanlık… Düşünmek: “Benlikle olan sessiz diyaloğa kendini kaptırmak.” “Birey olmayı reddederek en temel insani özelliği reddediyorlar. Düşünebilme yetisini yani.” Devam ediyor “Düşünme rüzgârının tezahürü gerçeklik değil, doğruyu yanlıştan ayırma becerisidir. Güzeli çirkinden ayırt etme gücü.  Ve umuyorum ki düşünmek, insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda felaketleri önleme gücü verir. Yeter ki düşünme eylemi içinde olalım.

Kötülük mü? Boşverin onu.

“Kötülük radikal olamaz sadece aşırı olabilir. Sadece iyilik içten ve radikal olabilir. Sadece iyilik değiştirme gücüne sahiptir. Ve sonuçları düşünmeksizin çoğunluğa itaat, insanı basitleştirir…”

Dün, bugün ve daima… Yeter ki kararmasın…

*Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları

**https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150127_gch_auschwitz_kurtarici