Djelem*

(*) Djelem Djelem: Londra’da, 1978 yılında oluşturulan Dünya Roman Kurultayı’nda Romanlar için resmî millî marş olarak kabul edilmiştir. Romanların çektiği acıları konu edinen, hüznü ve sevinci aynı anda hissettirebilen ender şarkılardan birisi olarak görülür. Ünlü yönetmen Tony Gatlif’in, “Gadjo Dilo” isimli filminde, final müziği olarak kullanılmıştır. Şarkının bilinen en popüler ve en iyi yorumunun Esma Redzepova’ya ait olduğu düşünülmektedir. Djelem, “Gidelim” anlamına gelmektedir.

 

Tarih bilincinin oluşması neden-sonuç ilişkisini, bağıntıları, görünenin altındakini merak etmekle yol alıyor. Bize dayatılanı, bilineni, ezberi, dogmaları yiyip yuttuğumuzda kuklalaşıyor, donuklaşıyor, soluyor ve aslında azar azar ölüyoruz.

Evet, ölüyoruz.

Ölmek: Yaşamaz olmak, hayatı sona ermek, değerini, gücünü yitirmek…

Tarih bilincini cebimize koymadıkça, her olay, her olgu birbirinden kopuk, karmakarışık, biricik ve bağlantısız gelir değil mi? Yanlış kapılarda, yanlış yanıtlarla boğuşmak, sürekli bir çemberin içinde dönüp durmak, yorulmak ama biteviye yorulmak bizi öldürür. Üstelik hayat hakikaten çok yorucu…

Böyle olmak zorunda mı? Değil, ancak sıkıcı gündelik yaşam ağırlığını, her bir insan hikâyesini, her bir kara ve uğursuz haberi sanki bir kadermiş gibi sineye çekmek; çaresiz bir teslimiyet ve öfke içinde yutkunup durmak, zehri içimize akıtmak, yumruklarımızı sıkmak bünyeye pek de iyi gelmiyor.

Azalıyoruz, soluyoruz, mutsuzlaşıyoruz. Aslında dolup dolup boşalıyor, tüm iyi, güzel yaşamak ihtimallerini de elimizden kaçırıp duruyoruz. Ardından koştuğumuzda, yakalayıvereceğimizi düşünüp elimizi uzattığımızda her seferinde uzağa kaçan bir uçan balonu andırıyor hayat, öyle mi?

Şimdi kadına yönelik şiddet haberleri ve kahrolası cinayetlerle ülkemdeki emeklilerin % 48’inin emekli olduktan sonra çalışmak zorunda olması arasında bir bağ yok mu? Ya da eğitimde özelleştirmelerle Diyanet bütçesine ayrılan paylar birbirinden bağımsız olgular mı? Doğal gaz zamlarını düşünüyor olmamla sokaktaki insanın yere tükürmesi, çöp atması kel alaka bir şey mi?

Sevgisizlik, güvensizlik, öfke, vandallık, yozluk, sıkıntı, bunaltı, çıkışsızlık, çaresizlik, sinir, tatsızlık, yorgunluk, depresyon, depresyon hapları, herkesin peynir ekmek gibi tükettiği haplar ve hiçbir şeyin tadının tuzunun olmaması serzenişleri hepsi ama hepsi tek başına, biricik mi yoksa büyük resmin müstesna parçaları mı? Birbirinin nedeni ve sonucu mu?

GÖZLERİMİZİN FERİ NE ZAMAN SÖNDÜ?

“Onlar Bizi Umursamıyor” diyor sevgili Güney Solak “Bir Bornova Tarlabaşı Roman’ı”nda. Belki bütün gizem bu sözcükte saklı, tüm çağrışımları ve tüm anlamlarıyla bu sözcük: Umursamamak…

Onlar bizi umursamıyor da, peki biz kendimizi umursuyor muyuz?

Bildiğimiz tüm ince sevinçleri kaybedince… Dışarısı para dışında başka hiçbir şeyi sevmeyecek, hiçbir şeye değer vermeyecek adamlarla dolu. Nereden türedi bu gorgolar diye düşünüyorsun belki.

Tarih bilinci, demiştik yazının başında unutma. Yer altı mağaralarından çıktıklarını, üzerlerindeki çürümüş kökleri silkeleye silkeleye ayağa kalktıklarını sanma… Baskın ideolojik motifleri düşün örneğin son yirmi yıla damgasını vurmuş… Hatta daha geriye 1980 sonrasına git, hatta daha daha geriye Cumhuriyet’in kuruluşuna “sınıfsız sömürüsüz kaynaşmış bir kitleyiz” şenliğine…

Yakup Kadri’nin “Ankara” romanında Neşet Sâbit şöyle diyor: “Toprağın karakterini ve makinelerin huyunu yakından tanıyordu. İşçilerin ruhundaki lirik hamlelerden onun ruhunda da bir şeyler vardı. O, nasırlı elin ve sertleşmiş derinin şiirini herkesten daha çok hissetmeye başlamıştı. Türk işçileri, Avrupa’daki arkadaşlarının bir vakitler, bazı bozuk ekonomi ve endüstri devrinde çektikleri mihnet ve meşakkati çekmemekteydiler. Zira devletçilik sistemi bunları patron denilen egemen bir efendinin altında çalışan ve adına ‘proletarya’ denilen bir emekçi sınıfı haline getirmekten koruyordu.”

Geçmiş, bugün ve gelecek… Yekpâre bir zaman mı?

“Başlangıç ve son ne kadar birbirine uzak gözükse de aslında aralarındaki mesafe tahmin edilenden daha kısadır.” diyor Güney kitabında. Aslında hakikaten öyle… Bir nefes alış ve veriş gibi… Ve her şey birbiriyle bağlantılı… İlmek ilmek… Güney’in kitabında anlattığı Tarlabaşı Romanlarıyla kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası arasında bağ yok mu Allah aşkına?

Kitapta bir kumrudan söz ediyor Güney, kumrunun kanatlarına yerleştiğimi hayal ediyorum. Yumuşacık tüyleri var, kül rengi derinliğin içinde kayboluyorum, pofuduk bir rahatlık içine kendimi tam koyuverecekken bir diken gibi batıyor kentsel dönüşüm ve soylulaştırma çabaları.

Monografik bir çalışmayla başlıyor kitap. Yazar öncelikle neden İzmir Bornova Tarlabaşı sorusuna yanıt veriyor. Kişisel tarihimiz, çocukluğumuz, yüklendiğimiz sarmalandığımız ilişkiler nasıl da belirliyor sonraki yaşantılarımızı.

“Türkiye’de kimi kaynaklara göre en fazla Roman nüfusunun İzmir’de (500 bin civarı olduğu söyleniyor) yaşıyor.” Roman mahallesi olan Tarlabaşı’nı mercek altına alıyor yazar ve soruyor: Tarlabaşı’nda değişim nasıl başladı?

Kentsel dönüşüm ve soylulaştırma çalışmaları çerçevesinde yaşam alanları giderek ortadan kaldırılan, yoksulluğa, evsizliğe aslında geleceksizliğe terk edilen Tarlabaşı sakinleriyle yaşadıklarını, yaptığı çalışma ile birlikte geçmişinden bugününe yaptığı yolculuğu ve bu yolculukta kumrunun kanadında verdiği molaları anlatıyor bize…

“Tarlabaşı, yıkımların ardından çok küçüldü ve büyük oranda dağıldı ancak hâlen bazı evler, eski günleri yaşatmak istercesine meydanda bir anıt gibi dikili duruyor. Bütünden geriye kalan küçük bir parça da olsa orada, Bornova’nın tam ortasında, kolay kolay silinmeyecek bir iz olduğunu anlıyor ve seviniyorsunuz. Ancak bu her ne kadar yavaşlamış olsa da yıkımların devam ettiği gerçeğini gözden kaçırmamalı. Belki de konforlu belki daha lüks fakat izole, ruhsuz, gri, asık suratlı yapılar; Kirmaslı Fatme’nin, Bohçacı Sevgi’nin, Kuşçu Cemil’in, Yanık Müzeyyen’in evlerinin dibinde hatta onların bizzat kendi yerinde bir bir yükseliyor. Şimdi yüksek duvarların ardında güya güvenlikli ama yapayalnız, insandan uzak ve atomize yaşamlar sunan bu evler, rezidanslar, tamamen buradan sökülüp atılmış eski sahiplerinin, pek bilinmeyen tarihi üzerine kurulu.”

İki bölümden oluşan kitapta monografi çalışmasının ardındaki ikinci bölüm “edebî bir anlatım ile kurgu” çerçevesinde bir Bornova Tarlabaşı hikâyesi. Capcanlı kişiler omzunuza ellerini koyuyor, aşk hikâyelerini anlatıyor, para sıkıntıları içinde babalarıyla dargınlıklarından dert yanıyorlar. Öyle canlılar ki… Sanki Güney kadar, sizin de arkadaşınız. Dertleriyle dertleniyor, neşeleriyle kahkaha atıyorsunuz. Tek başına bir monografinin başaramayacağı bu olsa gerek, kurgu ve kurgunun canlılığı…

Ancak bir mızrak gibi türlü acılarla “mahalle yavaş yavaş boşalıyor.”

“Tenhalaşan yalnızca mahallelerimiz, soluk alıp verdiğimiz yerler değildi. Tenhalaşan aynı zamanda hayatlarımızdı.” diyor Güney.

Biraz öyle. Susalım…

Onun için tut elimi çünkü her şey birbirini gerektirir.

Onun için hem gidelim, hem kalalım...

 

Güney Solak, Bir Bornova Tarlabaşı Roman’ı, Heyemola, İzmir, 2019

*/ /*-->*/

https://www.youtube.com/watch?v=-XCOyB7WStI

https://www.youtube.com/watch?v=UiIcfH0_Z3g