Bizim Nâzım

Edebiyat eleştirisi soğuk bir metin türü gibi geliyor bazen. Her zaman değil, haklısınız. Ancak “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanı söz konusu olduğunda elimden başka türlüsü gelmeyecek sanırım. Eleştiri yazısının sınırları dışında, başka bir duygu sağanağıyla yazacağım bu yazıyı. 

Geçen hafta ev ödevi olarak romanı okuyalım, demiştik. Hatta bir iki arkadaşım, bir hafta çok erken, okuyamayabilirim diye mesaj yazdı üstelik. Elbette, yaşamlarımızın kendi akışları, kendine özgü tempoları var… Ama bir kez ve yeniden okunması gereken romanların başında geliyor “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”. Hem alabildiğine coşku dolu, hem iç sızılarının türlüsünü tetikleyen, hem Türkiye’nin 1920’lerden bugüne uzanan politik yönelimlerinin doğrultusunu ve açmazlarını sergileyen bir roman bu.  Nâzım’ın muazzam şairliğinin yanı sıra muazzam bir romancı olduğunu da söylüyor. (Muazzam sözcüğünü pek seviyorum. Sanki Bursa Hapishanesi’nin bahçesinde kış güneşinin tatlılığında Orhan Kemal’le Nâzım sırtlarını güneşe vermişler söyleşiyorlar, ben de gizlice katılıyorum. “Muazzam Koca Şair” diyor, Orhan Kemal iç sesiyle gururlanarak. Gözleri alabildiğine anlam yüklü. Hakikî insanların güzellikleri var üstlerinde. Muazzam. Muazzam. Muazzam.)

Romanı 1962 yılında tamamlıyor Nâzım Hikmet. 1966 yılında ise Türkiye’de basılıyor… 60’lı yıllar Köy romanlarının revaçta olduğu, toplumcu köy edebiyatın zirve yaptığı, modernist romanın ise henüz yolun başında sayıldığı bir zaman dilimidir. Tutunamayanlar’ın ise 1971’de yazıldığı düşünülürse Nâzım’ın düz çizgisel olmayan zaman akışı, karakterlerin iç konuşmaları ve sıçramalı hatırlayışlarla örülen geçmiş, gelecek, bugün bütünselliği göz kamaştırıcı bir yolculuk yaşatır okura. 

Otobiyografik bir romanla karşı karşıyayız, evet. Anadolu’nun 1920’lerinden 1950’lerine uzanan zaman parçasında neler neler yok ki… Öncelikle henüz 19 yaşındaki genç bir adamın memleketinin kurtuluşuna omuz vermek için Anadolu’ya yolculuğu anlatılan. 

Yolculuk ne büyülü bir kelime. Bu yolculukta; merak, olgunlaşma, korku, tanışmalar, şaşkınlıklar, acılar, bilinmezlik, yarım bırakmalar, aşklar, düşler, sosyalizm, yoksulluk, sınıf çatışması, dostluk, yoldaşlık, mücadele var. Aslında tüm yolculuklarda nüveleri bulunan… Yolculuklar ya da yol bizi kendimize götürür; değiştirir, öğretir, büyütür… Tıpkı yaşam gibi, yolculuklar ve yollar da türlü metaforlarla yüklüdür. Kendini bulmak var, kendinde kaybolmak var, kendini kaybetmek var… Peki, hangisi Nâzım’ınki ya da bir roman karakteri olarak karşımıza çıkan Ahmet’inki? 

Hani ne yazsam, ne söylesem tatsız tuzsuz, kekremsi, keçeleşmiş bir acayip kalacak. Farkındayım. Hani bir romanı ancak roman yazarı kendi sözcükleriyle işler, dokur, örer. İşte öyle bir roman “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”. Elbette yazdığı dönemde Nâzım altmışını devirmiş, elbette yorgun yüreği neler görmüş, ne özlemlerle yıkanmış, ne sevinçlerle gururlanmış. Ancak hani, öyle genç, öyle ışıl ışıl öyle sevdalı ve öyle komünist ki…  

Romanın sonunda ağırladığı, söyleştiği konukları, Ahmet, İsmail, Anuşka, Petrosyan, Neriman, Marusa, Ziya, Sİ-YA-U, Kerim, ölen Kerim, hiç kocalmamışlar. “Onları son görüşümde kaç yaşındalarsa o yaştalar, ama ben altmışımın içindeyim. Beş yıl daha yaşayabilsem…” diyor Koca Şair. Bir yılı bulmadan kaybediyoruz. Kaybetmek lafın gelişi. Nâzım bu, kaybolacak insanlardan, sanatçılardan değil ki, daha büyüyen, daha sevilen, daha dinlenen, daha şaşılan, daha okunan… Yani bugün burada, 2018 Temmuzu’nun son günlerinde o da konuk oluyor işte evimize, sohbetimize, hayatlarımıza. 

Dedim ya, yazılmaz okunur diye, okuya okuya, altını çize çize… Bugüne dair ne çok saptama, ne çok öngörü… 

Hangi birini yazsam örneğin. Sansür mevzusu var bir de. Kitabın onca yıl neredeyse “otosansür” halinde basım üstüne basım yapması. O bir başka yazının konusu. Başka bir hesaplaşma, başka bir utanç. Başka bir kral çıplak mevzusu. Aydınımızı ilgilendiriyor. Üstelik elimdeki kitap sansürlülerden Adam Yayınlarından. Şimdi değil, romanın büyüsünü bozmadan, bir iki pasaj versem. Ama birini versem, diğerinin gönlü kalacak ya, artık boynunun borcu sayın okur, hemen okumalısın bu romanı ilk kez ya da bir kez daha…

“(…) Bizim burjuvazinin anayasa filan taktığı var mı? Kürt isyanı patlak verince, ‘Bu öyle basit bir eşkıya hareketi değildir.’ diye bir yazdık. ‘Kürt beylerinin, şeyhlerinin toprağını Kürt köylüsüne hemen dağıtmalı,’dedik. ‘Bu işte İngilizlerin, halifecilerin parmağı varsa, bu parmak kökünden ancak böyle kesilir,’dedik. ‘Kürt halkıyla Türk halkının arasına kan girmemeli,’dedik. Dedik oğlu dedik. Dedik de ne oldu? (…) On yıl sonra olsaydı, yani 1935’te, Ziya, bir de canlı örnek verebilirdi İsmail’e, Ahmet’in bu iddiasını ispat için: ‘İsmail,’ diyebilirdi Ziya ona, ‘dün bir yerde kime rastladım biliyor musun? 925’te Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargıçlık etmiş mebuslardan birine. Herife sordum: 

‘-On yıl önce bizimle alıp veremeyeceğiniz neydi? Dedim.

Kurnaz kurnaz baktı suratıma:

‘-Ziya Beyim, dedi, esmayı siz kendiniz üstünüze sıçrattınız. Benim iki çiftliğim var. Kürdün köylüsüne Kürt beyinin toprağını verseydik, bizim ayılar da bizim toprakları isterdi. Yol olurdu, Ziya Beyim, yol olurdu.’

Esmayı üstümüze çekmeyelim elbet. Bir de rokoko masalı bir bölüm var ki… Ahh.. Azıcığını, hepsini değil, başlangıcını alalım, devamını okursunuz zaten.

“Oturdum Batum’da Fransa Oteli’nde, masanın başına. Ayakları, yalnız ayakları mı, her bir yanı oymalı, yaldızlı, girintili çıkıntılı, oval bir masa. Rokoko. Üsküdar’daki yalının misafir odasında da rokoko bir masa vardır… Ro-ko-ko… Karadeniz kıyısından Ankara’ya, sonra oradan Bolu’ya yaptığım otuz beş günlük, otuz beş yıllık yayan yolculukla, öğretmenlik ettiğim kasaba, kısacası, uzun lafın kısası, İstanbullu paşazadenin, daha doğrusu paşa torununun, Anadolu’yla tanışması, bir kere de Batum’da, Fransa Oteli’nde, rokoko masanın üstünde duruyor, yırtık, kirli kanlı bir yazma gibi serilmiş rokoko masanın üstünde… Bakıyorum, ağlamak geliyor içimden. Bakıyorum, öfkeden kan tepeme çıkıyor yine. Bakıyorum, utanıyorum yine Üsküdar’daki yalıdan. Karar ver oğlum diyorum, kendi kendime karar ver…” 

En heyecanlı yerinde kestim evet… Devamı sonra gelsin, sonra ve hep birlikte…