Adrasanlı Yazı

Günler akarken hesap edilmemiş küçük karşılaşmalar, minnoş rastlantılar, tatlış sürprizler her zaman nefes aldırır. Adrasan’a gitmem de böyle oldu. Bir plan çerçevesinde yazın kalan günlerini istiflemişken aniden gelen kadim bir konuk, candost ve dahi cankuş ile iki günlüğüne kaçtık.

Kaçtık, kaçtık ya, o iki gün dört güne çıktı haliyle. Zira Adrasan’ı bulup keşfetmek, ruhu kızağa alıp dinlendirmek, farklı medeniyetlerin fısıltısını ceplerimize doldurmak, Musa Dağı’nın tuhaf bilgeliğinde Ağustos böceklerinin sonu gelmeyen aşk şarkılarına kulak vermek, neyse ki SİT alanı olduğundan bina yığını mezarlığına rastlamamak bizi ziyadesiyle mutlu etti.

Beydağları’nın eteğindeki cennet koy, denizin berraklığı, küçük kara balıklarla yolculuk öyle iyi geldi ki kendimi az kalsın pulları çıkacak körpe deniz kızı gibi hissettim. Masumiyetin ve bâkirliğin serin sularında yıkanmak az şey değil haliyle… Pullarımız çıkmadı belki ama solungaçlarımız kesin çıktı ve bu metamorfoz nedeniyle pek şiddetli bir yaz gribine yakalandık. Değil mi ya her güzel şey için bedel ödemek gerekir.

Sevgi neydi? Sevgi emekti… (Buraya minicik bir gülen surat emojisi iliştirelim. Bilinç akışı böyle bir şey… Durmuyor. Bilinç içi, bilinç dışı, bilinçaltı sürekli çalışıyor.)

Tabi, bu kriz ve sinir günlerinde tuzumuz kuru olduğundan (zenginlik başa bela şekerim) döviz kurlarının uzun atlamalarına nanik yaparak kaçtık Adrasan’a.  Kaldığımız Yeşil Bahçe pansiyon son derece alçakgönüllü, tertemiz çarşafları ve havlularının dışında hiçbir lüksü olmayan, bizi terasından dağlara ve yıldızlara daha daha yaklaştıran, portakal ağaçları arasında alabildiğine sessiz, hatta kayıp duygusu yaratacak kadar ıssız bir yerdi. Bahçesinde birkaç hamak, ahşaptan yapılmış çardaklarda yumuşak minderler yıldızları izleyerek ışıltılı rüyalara dalmayı kışkırtıyordu.

Öyle de yaptık. Uzun sohbetlerimizde  hayatın kodlarını, yaşantılarımızı, beklentilerimizi, kitapları, erkekleri, kadınları, tutunamayanları, memleketin lanet olasıca ahvalini, Annunakileri, kadim uygarlıkların bugüne devreden gizemlerini, geçmiş gelecek sarmalı olmaksızın yaşamayı becerebilmeyi, Adrasan köylülerinin British aksanlı İngilizcelerini, marketçinin küçük hesapçılığını, aile babalarının iki kadın görünce göz süzmelerini, Kumluca belediyesinin Adrasan’ı mezbeleliğe dönüştürme konusundaki başarısını ama buna rağmen koyun nasıl da güzel olduğunu, ortak dostları, uzak dostları, kayıp giden yıldızları, tuzlu fıstık ve bira eşliğinde konuştuk da konuştuk.

Mır mır, usul usul, tatlı tatlı, yumuşak yumuşak…

Yine ve yeniden, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, dedik…

Her şeye rağmen güzel…